Bursa yolunda üç araba makul bir hızda asfalt yoldan ilerliyordu. En önde zırhlı,
özel kişilere ait plaka bulunan, Mercedes marka bir makam aracı. Arkasında camları
filmli bir minibüs. Onun ardında emniyet tarafından görevlendirilen sivil iki
polisin içinde olduğu siyah renkli sivil bir araç seyir halindeydi.
Levent
Bey ve ailesi sanılanın aksine öndeki makam aracında değil. Sondaki camları
filmli minibüsün içerisindeydi. Güvenlik önlemi olarak bu fikir benden çıkmıştı.
Hepimizin
tek bir minibüste bulunması biraz tuhaftı. Belki de tüm aile nadir anlar
dışında bir arada bulunuyordu.
Yola çıktığımızda arabada biri dışında
herkes susmayı tercih etmişti. Gülşen hanım endişe içinde düşünceye dalmış.
Etrafı seyrediyordu. Kahkahası ile sanki o geceyi hiç yaşamamış şuan bir tatile
çıkmışız gibi davranıyordu Levent Bey.
- Torunumun tayı baya büyümüştür.
Atalay, “Doruk” ile kırlara bir gezinti yaparız beraber. Küçük gölete de bir
bakarız. Balıklar hala duruyor mu? Bakalım.
Levent beyin, Barış'a bakarak
söylediği bu sözler Atalay'ı mutlu etmişti.
Seyahat süresince Levent Bey
felaketten son anda kurtulmuş, son mutlu anlarını yaşayan ihtiyar bir adam
olarak gözükmüştü bana.
Yol boyunca İdil ile bol bol sohbet
ettik. Gülşen hanımın korumacı bakışları olmasaydı sohbetimiz daha uzun ve
keyifli olabilirdi. Zengin ve aristokrat ailelerde ebeveynler genelde bir alt
tabakadan olarak gördükleri insanlarla çocuklarının arkadaşlık kurmasını istemezlerdi.
O yüzden bu bakışları yadırgamadım.
İstanbul'dan her kilometre
uzaklaştıkça evler, apartmanlar, iş hanları, karbondioksitli hava, insan
kalabalığı azalırken yerini doğal topraklara, hayvan seslerine ve temiz havaya
bırakıyordu.
Bu yolculuk bana da iyi gelecekti.
Ataman ailesini bir arada ve epeyce yakından tanıyacaktım. Hırslarını, iç
çekişmelerini ve özellikle nadir olan mutluluklarına şahit olacaktım.
İstemeyerek de olsa bu bir haftalık tatilin parçası olmuştum.
Önce verimli araziler üzerinde kurulu
zeytin ağaçları, sonra hipodromlara damızlık tay yetiştiren büyük at
çiftliklerini geçtik. Ve nihayet Atamanların çiftliği gözüktü. Üç araba da
sırayla çiftliğin kapısından içeri girerek avluda durdu.
Ardından öğle yemeğinde buluşmak üzere
çiftlik kahyası Rüstem Beyin nezaretinde bütün yol yorgunu ev sahipleri ve
misafirler odalarına dağılmıştı.
Odalar sade ve kullanılışlı sadece
temel ihtiyaçlara göre döşenmişti. Bir yatak, bir şifonyer ile yatağın
karşısında büyükçe beş çekmecesi bulunan dolap ve üzerinde küçük bir televizyon
mevcuttu. Ayrıca odaların hepsinin avluya ve arka bahçeye açılmak üzere iki
balkonu bulunuyordu. Avluya bakan balkonda orta boyda bir masa ve sandalyeleri
vardı.
İlk işim masa ve sandalyeleri arka
bahçeye açılan- yani at çiftliğinin doğaya açılan kısmındaki balkona taşımak
oldu. Sonra güzel bir banyo yapıp, öğlen yemeğine kadar uyudum.
Öğlen yemeğinin hazır olduğunu Rüstem
Bey, misafirleri oda oda dolaşarak haber veriyordu. Kapım çalındığında hala
uykudaydım. Yemeğin hazır olduğunu haber vermesi ile kalkıp hazırlandım.
Avluda olan öğle yemeği, büyük bir
sofra etrafında kurulmuştu. Anlaşılan akşam yemeği daha şatafatlı olacak eminim
dedim. Akşam olunca gördüm ki: dediğimden de iyi hazırlanmıştı akşam yemeği.
Levent Bey ve ailesi şerefine kahyası
Rüstem efendi tam beş koçu toprağa devirdi.
Çevrede oturan durumu iyi olmayan
ailelere, ihtiyaç sahiplerine kurban eti sessiz-sedasız dağıtıldı.
Rüstem efendi, Levent Beyin eskiden
uzunca bir süre şoförlüğünü yapmış, kendisi Atamanların evinde dünyaya
gelmişti. Levent Beyin babası Şahin Bey, Rüstem beyin babasını yanına konağa
almış. Hem Rüstem Beyin babası Hasan Ali'yi, hemde sonradan gelecek kuşağı
Atamanlara hizmet etmesi için yetiştirmişti.
Gerçi Levent Bey, Rüstem efendi ile
bir uşak – efendi ilişkisi içinde değilde, bir abi – kardeş havasında
konuşuyordu hep. Levent Bey, Hasan Ali Beyin tek çocuğuydu. Şımarık
yetiştirilmiş ve iyi okullarda okutulmuştu. Rüstem efendi çocukluk ve gençlik
yıllarında Levent Beyin sahip oldukları nedeni ile onu çok kıskanmış ama
zamanla aralarındaki muhabbet arkadaşlığa dönüşmüştü. Rüstem efendi tüm bu
güzel yaklaşıma karşılık gönül borcu ödermişçesine çok saygılı davranıyordu.
Her zaman Atamanların ne istediklerini önceden bilerek olması gerekenleri
planlar ve yapardı.
Çiftlikte ilk gün öğle ve akşam
yemeğinin yenilmesi, güvenlik önlemleri alınması için kolluk güçleri tarafından
yapılan ve Levent Bey ile çiftlik korumaları ve benim bulunduğum bir toplantı
ile sonlandı. Toplantının ardından herkes odalarına dağıldı. Aileden hiç kimse
güvenlik önlemleri nedeni ile ilk gün dışarı çıkmamıştı.
Yolda ve toplantılarla geçen yorucu
bir günü tamamlamış odama geçmiştim. Televizyonu açıp kanallara bakmaya
başlamıştım. Kapımın çalınması ile uzandığım yatağımdan kalkıp açmadan “Kim o?”
dedim.
Kapının önünde İdil'in sesini duydum.
- Kapıyı açabilir
misin? Bora. Benim İdil.
Şaşırmıştım.
Kapıyı açarak kendisini içeriye aldım. Odada biraz gezindikten sonra İdil:
- Senin ön balkonunda masa ve sandalye yok
mu?
Arka balkona taşıdığımı söyledim.
Neden? Diye sorunca avluda gidip gelenler olduğu için arka balkonun daha sessiz
olduğunu söyledim.
Oturmak üzere arka balkona geçtik.
Söze:
- Buralar çok güzel. İstanbul'daki
hayat nerede? Buradaki doğallık ve sakin hayat nerede? İnsan arada böyle
yerlere kaçmak istiyor. Kendini dinlemek için biraz.
Uzayıp giden orman ve içindeki ağaçlar,
gecenin içinde bir işaret misali takılı duran yıldızlara bakıyorduk ikimizde.
İdil:
- Haklısın. Yalnız fazla huzurda
sıkar insanı. Şöyle iki üç aydan sonra sıkılırsın buralardan. Dönmek istersin
yine kalabalığa, insanların arasına.
Bir süre ikimizde sustuk. Sonra
aniden masadan aniden kalkıp hemen döneceğini söyledi. Döndüğünde elindeki tepside
iki türk kahvesiyle kapıdaydı.
Laf lafı açtı. Türk kahvesi
muhabbetimizi kallavi bir havaya taşıdı. Nelere ilgi duyduğumu sordu. Mesleğim
gereği silahları, arabaları ve teknolojik aletleri sevdiğimi söyledim. İdil
muzipçe gülüp:
- Diyelim istediğin kadar paran var. Arabalardan hangisine sahip olmak
isterdin?
Cevabım çok netti:
- Kazanmadığım bir parayla aldığım
bir arabaya, sahip olmak istemezdim.
Hediye vermeyi seviyordu anlaşılan.
Ama ben almayı sevmiyordum. Adetim değildi.
Hele ki: bir can borcuna karşılık sayılan hediyeleri hayatta kabul
edemezdim. İdil'e ailesinin bana babasını suikast girişiminden kurtarmama
karşılık son model bir araba hediye edeceklerini anlamıştım. Sadece hangi
arabayı özellikle istediğimi öğrenmeye çalışıyorlardı.
İdil biraz sitemkar bir
şekilde:
- Bunda ne var? Canım. Sen
kendi canını riske ettin babam için. On tane araba alsak ödeyemeyiz borcumuzu.
Hınzırca bir şeyler söylemek
geçiyordu içimden:
- O zaman sizde benimkini
kurtarınca ödeşiriz. Bakın İdil hanım sizi anlıyorum. Bende ailenizin yerinde
olsam böyle bir jestle karşılık vermek isterdim. Ben zaten zorla verilen iki
maaş ikramiye aldım babanızdan. Kafi ve yeterli. Ailenizin düşünmesi bile benim
için yeterli.
Kahvemiz bitmişti. İdil
hanımın geliş amacı belli olmuş. Muhabbetimizin sonu da bu akşamlık böylece
yaklaşmıştı. Kendisini uğurlayıp derin bir uykuya daldım.
Yeni güne Ayşe'nin
telefonuyla uyandım. Neşe denilen kelimenin tam olarak karşılığı bende oydu.
Yaptığı hiçbir işte en küçük enstantaneyi bile kaçırmıyordu. Bir ajanda bile
onun kadar hazırlıklı değildi güne.
Telefonu açıp:
- Buyrun benim
diyerek açtım.
Keyfim yerinde olduğunda hep böyle açardım
telefonu. Ayşe havamda olduğumu anladı.
- Allah neşenizi
artırsın Beyefendi. Uyuyor musun? Hala. Yoksa kahvaltıda mısınız? Hem kuzum sen
nerelerdesin? Bir iki gündür sesin soluğun çıkmıyor senin. Beni aramakta yok.
Ohhh.
Başımdan şu Birkaç günde geçenleri,
basın açıklamasını, sabahleyin Bursa'ya geçmek için Atamanlar'da akşam geçen
sohbeti ve şuan tam olarak nerede olduğumu özet bir z raporu geçerek anlattım
Ayşe'ye.
- İyisen sorun yok
canım. Küsmedim desem yalan olur. İnsan bir ara. Bu seferde maruz gördüm seni.
İşlerin varmış. Dikkatli ol. Postu deldirme. Hemde baban için.
Gülünecek bir söz söylediği ama
ikimizde bu lafa bastık kahkahayı. O bana gülüyordu. Bense sinirden gülüyordum.
Telefonu seni
seviyorumlarla ve karşılıklı öpücüklerle kapattık.
Elimi yüzümü yıkayıp,
elbiselerimi giymeden önce tabancamı ve mermileri kontrol ettim. Şöyle ufak bir
bakımdan geçirdim silahımı. Koruma yeleğimi ve üzerine elbiselerimi giyinip
avluda kurulmuş olan sabah kahvaltısına indim.
Kahvaltının ardından Atalay'ı alarak
Levent Bey geçen senenin tayı bu senenin ise; büyüyen gözde atı olan Doruk'un
yanına gittiler. Bende etrafı dolaşmak için çiftliğin dışında bir yürüyüşe
çıkmaya karar verdim.
Yemyeşil bir doğa, alabildiğine
uzanan düzlükler ve bitimini oluşturan dağ kümeleri arka balkondan
görünebiliyordu. Çiftliğin içine en az etrafı kadar hoş bir mimariye sahipti.
Rüstem efendi Mudanya'da yer alan bu çiftliğin Bursa'daki en büyük at
çiftliklerinden biri olduğunu odalara yerleşmemiz sırasında söylemişti.
Avluda gezinirken, İdil hanım
binicilik kıyafetlerini giyinmiş bir biçimde merdivenlerden aşağı indi. Babadan
bir, anneden yana ise ayrı üvey kardeşlerdik. Yalnız diğer saklı kalmak zorunda
kalan gerçekler gibi o ve diğer bireyleri bu durumu bilmiyorlardı.
Uzun boylu, zayıf olmasına rağmen
sade bir güzelliği üzerinde taşıyordu İdil. Atamanların hiçbirine benzemiyordu.
Sanki onu diğerlerinden ayıran çok farklı meziyetlere sahipti. Belki de sanatçı
olmasından kaynaklanıyor diye düşündüm. O zarif sesiyle:
- Günaydın.
Kimi bekliyorsun burada?
“Günaydın” diyerek kimseyi
beklemediğimi, etrafı keşfetmek için birazdan yürüyüşe çıkacağımdan bahssettim
kendisine.
Yeni bir teklif sunarak atlarla
gezmeye ne dersin? Dedi.
- Hoş olurdu aslında şimdiye dek hiç
binmedim. Becerebilir miyim? Sizce. Dedim.
Muzipçe gülerek:
- Eğer düşmekten korkuyorsanız.
Yürüyebiliriz de.
Çevreyi bilmemem ve İdil hanımın o hoş sohbetinden mahrum kalacağımı
düşünerek bu cazip teklifi hemen kabul ettim.
Çiftlikten kahyaya ne tarafa
gideceğimizi haber vererek çıktık. Yaklaşık bir kilometre ilerimizde bir
derenin olduğundan oraya gidip dolaşmamızın etrafı öğrenmem için ilk durak
olacağını söyledi İdil. Zaman zaman babasıyla beraber dereye gelerek sırf
eğlencesine balık tutmaya çalıştıklarından bahsetti.
Yürümeye devam ediyorduk. Dereye yaklaştıkça akan suyun sesi
duyulmaya başladı. Vardığımızda önce
elimi, yüzüme su vurup, ardından avucumla su içtim. Gerçekten çok değişik bir tadı
vardı. İdil, çiftlikde çalışanların ara ara gelip buradan su götürdüklerini,
çevreden de dereye çok rağabet olduğundan söz etti.
- E
nasıl? Buldun buraları.
Tek kelimeyle “cennet” diyebildim.
Muazzam bir havaya sahipti Mudanya. Suyunu anlatmaya bile gerek yoktu. Bir kere
suyu içmeniz sizin için onu bir daha ki sefere içmek için referans olmaya
yetiyordu.
Bende İdil Hanıma:
- Levent
Bey, çok şanslı. Sizin gibi bir aileye sahip olduğu için. Yalnız anneniz çok
otoriter.
Derenin sesi, etraftaki sessizliği
bozuyordu. İdil:
- Sanırım
yönetici olmasından, doktor olmasından kaynaklanıyor bu durum. Bir de bizi annem
büyüttü diyebilirim.
Babam maddi olarak hem
abime hemde bana tüm olanakları sağladı. Bilirsin para herşey değildir. Babam
parayı, annemse eksik olan ilgi ve sevgiyi sağladı. İyi ki de böyle bir ailede
dünyaya gelmişim dediğim çok zamanlarım oldu. Dışarıdan gözüktüğü gibi değil
bizim hayatımız. Zordur onu söyleyeyim.
- Ne
gibi zor tarafları var?
Alt dudağını ısırır gibi ağzının
içine bastırıp, eliyle havayı işaret etti.
- Uçmak
güzeldir öyle değil mi?
Kuşlar gibi hiç uçmamıştım. Muhtemelen
öyle olmalıydı.
- Evet dedim.
Söze kaldığı yerden devam edip:
- Gökyüzündeyken
yırtıcı bir kuşa gelme ihtimalin, vurulma ihtimalin, hava koşullarının
değişmesi, doğal şartlar gökyüzünün sahibiymiş gibi gözükenleri de etkiler.
Ne demek istediğini anlamıştım
- Yerde
olanlar daha şanslı mı? Diyorsun. Ayaklarımız yere sağlam basıyor en azından
diyerek espriye vurdum işi.
İkimizde gülüyorduk. Aynı
frekansta buluşmuştuk. Hiç olmayan ama gerçekte var olan üvey kızkardeşimdi o
benim. Çok temiz bir karaktere sahipti. Sosyetik kültürün zırvalıkları ile
büyümesine rağmen içindeki manevi zenginliğe kavuşmayı bilmiş genç bir kızdı o.
Takdir ettim. Onun hakkında net bir fikre vardım. Her ne olursa olsun. İntikam
duygumla ona zarar vermeyecek. Onu oyunumun dışında tutmaya çalışacaktım.
İleride olacak olanlara
mutlaka üzülecekti. En azından kendisi için olmayacaktı üzüleceği şeyler.