19 Kasım 2020 Perşembe

Bir Hikâye: İşportacı'nın Ölümü

    
Sokaklara sulusepken kar atıştırıyordu. İnsanlar işlerinden çıkmış, evlerine dönme, bir yerlere yetişme telaşı içerisindeydiler. Arabalar, neon ışıklar, dükkanlara girip çıkan bir sürü insan, karınca misali oradan oraya gidiyordu. Ortalıkta hayat belirtisi, bir canlılık vardı her yanda. Bu insanların arasında biri diğerlerinden daha aheste evine doğru yol almaya çalışıyordu. Üç tekerlekli işporta arabası üzerinde halden aldığı ürünlerin satılmamış bir kısmı durur vaziyette iken; gelip geçenler arada sırada sırf kafaları o yöne doğru döndüğü için ona doğru bakıyorlardı. Bakışlardaki donukluğu, umursamazlığı görüyordu işportacı.

Yavaş yavaş ev dediği bodrum katındaki depoya giden yokuşun dibine vardı. Hiç olmadığı kadar dik gözüktü o ağır ağır yükselen asfalt. Bir süreliğine işporta arabasını kaldırımın kenarına dayayıp, yeleğinin cebindeki sigarasını çıkardı. Acelesi yoktu artık sabaha kadar. Ciğerlerine dolan dumanla maziler gözünde canlandı. Çocukluğu, yoksulluk içinde geçen gençliği, sonra hale gelişi. Sonra o yıllardaki gelecek hayalleri. İçinde bir yerlerde buruklukla beraber acı duydu tüm bu hatırladıklarından.

Bir ev, içinde akşamları yolunu gözleyen o kadını, çocukları düşündü durdu yine bir süre...

Şimdi hayatın sonuna yaklaşmışken hiçbiri yoktu yanında. Olmasına ne hacet ne de imkan vardı artık. Akrabalarıyla uzun yıllardır görüşmüyordu. Yıllardır şu yokuşun dibindeki evin bodrumunda yatıp kalkıyordu. Halden aldığı sebze meyveleri de burada muhafaza ediyor, depo niyetine kullanıyordu burasını. Hem evi, hem ekmeğiydi şu dört duvar. Kaldığı yer bir bostan gibi kokuyordu çoğu zaman. Bir hafta mandalina kokusu, diğer hafta karnıbahar. Haftadan haftaya değişiyordu kokular.

Aklına yıkanması gerektiği geldi. Evvela şu işporta arabasını eve yani depoya götürmeliydi. Lakin bir ses itişti. Bu hemen alt sokaktaki hamamın sahibi Mehmet Efendi idi. Ona doğru seslendi:

- O gözüm sen burada mısın? Erken bitti anlaşılan işin. Sattın mı bari tüm malzemeleri?

İşporta arabasının üzerinde duruyordu halden aldığı ürünün yarısı. "Eh işte!" der gibi kafa salladı. Hem satılsa da satılmasa da birdi onun için. Sonra Mehmet Efendi kaldığı yerrden ona takılmaya devam etti:

- O kadar dedim sana. Bırak şu sebze meyve satmayı. Trenlerde işportacılık et. Hem trenlerin içi sıcak olur. Soğuklarda sokak sokak dolaşıp kendini hasta ediyorsun. Hadi trenleri istemeden bari pazar yerinde satış yap! dedi o babacan tavrıyla.

İşportacı güldü. Kafasından hesap etmişti pazar yerinde satış yapmayı. Ama bir türlü depo kirası, pazar tezgahı parasını denkleştiremiyordu. Birde habire ekstra masraflar çıkıyordu. Ah şu tütünü içmeseydi ya da biraz azaltsaydı. Belki para biriktirir. Pazar yerinde adamakıllı bir tezgah açabilirdi. Hem şu katariklerden de alırdı ayağının önüne. Kışın ayaklarını ısıtırdı orada ara ara. Birde birine borçlu kalmamaya dikkat ediyordu. Anlık olarak geçti herşey dimağından. Sonra kafasını kaldırıp Mehmet Efendi'nin rahat, geniş, sağrılı omuzlarına baktı. Sıkıldığını belli etmeden cevaben:

- Keşke benimde bir hamamım olsaydı. Şu kış günlerinde orada gelen müşterilere takılır, günümü gün ederdim bende. Senin benimle şakalaştığın gibi...

Mehmet Efendi onu yıkanması, ter atıp rahatlaması için hamama davet etti. İyi adamdı hamamcı. İşportacıdan bir kere bile hamam parası almamıştı. Hatta ara ara kalan malzemelerini fiyatının üstünden alır. İşportacının zararını amorti ederdi.

İşportacı hamamın önüne doğru sürdü işporta arabasını. İçeride iki saate yakın kaldı. Malzemelerinin bir kısmını da Mehmet Efendi aldı. Oradaki müşterilere de işportacının sebze meyvelerinin kaliteli ucuz olduğunu söyledi. Müşterilerinde bir kısmının kalan sebze meyveyi alması ile işportacı arabasındaki ürünleri sattı.

Cebindeki parayla ne yapmalıydı şimdi? Gidip kirayı mı ödemeliydi hemen? Zira işportacı arada kafa çekmeyi de severdi. Kimi kimsesi de yoktu. Arada sahile iner. Balıkçılardan birine oturur. Adamakıllı yer, mezelerle beraber rakı içmeye bayılırdı.

İşporta arabası önde, o arkada vardılar balıkçıya. İşportacı o akşam çok iştahlıydı. Parası da vardı cebinde. Oturdu uzun süre denizdeki gün batımını seyretti yemek gelene kadar. Levrek mevsimiydi. Masaya da bir büyük söyledi. Mezelerde istediği gibiydi. Patlıcanlı olan mezelerden de söyledi. Hem ucuz hem de doyurucuydu zira.

İşportacı gecenin geç saatlerine kadar yedi, içti. Hesabı ödeyip, işporta arabası önde yine o arkada evin yolunu tuttu. Ağzında sigarası, dilinde çocukluktan kalma bir türkü söyleye söyleye vardı yokuşun dibine...

Hep ölmeden önce güzelce yıkanmak, adam gibi yiyip içmek, sonra da evinde ölmek isterdi işportacı...

Yokuşu ipekten bir halının üzerinde yürürmüşçesine rahatça çıktı. Tam kapının önünde üzeri boş olan işporta arabasını içeri doğru geçirdiği sırada sol yanında ufak bir ağrı hissetti. İki üç kez kalp krizi geçirmişti. En son kalp krizinde doktor "Bir daha yoklarsa ölümcül olur. En iyi ihtimalle felç kalırsın!" demişti işportacıya...

Sağ eliyle tuttuğu işporta arabası deponun içine doğru kayıp gitti. Sol eliyle kapıyı tutup, sağ elini böğrüne attı. Gömleğindeki düğmeleri gevşetip kendini rahatlatmaya çalıştı. Ancak dalga dalga gelen ağrıya bir türlü mani olamadı. Kafası önde, ayakları arkada tam eşiğin üzerine yuvarlandı, kaldı. Gecenin kör saatleriydi. Sokakta bile iki üç saatte bir kişi ancak geçerdi...

Sabaha doğru don yaptı şehir. İşportacıyı kaskatı buldular eşikte...

Adli bir tahkikattır başladı. Kimse ölürken yoktu yanında anlaşılan. Hamamcıyı çağırdılar. Lokanta sahibi geldi. Suallere cevap verildi.

Kimseye borcu yoktu işportacının. Lakin hayattan birçok alacağı olduğu halde hiçbirini almadan gitmişti.

Kent kendi hengamesine kaldığı yerden devam etti sabah. Ağaçların arasına sis çökmüştü. Tanrı işportacının ölümü için küçük bir gözdağı veriyordu adeta şehre, insanlara. Kuşlar acıklı acıklı ötüyordu. Hicran çökmüştü her yana. O gün kimse neşeli birgün geçirmedi. İnsancıkların işleri biraz aksi gitti. Görevliler, hamamcı ve lokanta sahibinin dışında hiç kimsenin haberi olmadı işportacının ölümünden. Kalabalık kendi gürültüsü ile olanları bastırdı. Aynı bir dereye düşen taşı yutan sular gibi...

Ve işportacıyı gömdüler "Kimsesizler Mezarlığı'na"...

7 Eylül 2020 Pazartesi

Joanne Greenberg: Sana Gül Bahçesi Vadetmedim


Joanne Greenber'in 
'Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'
adlı eseri
Bir Başka Dünyanın Kıyısında...

Deborah Blau, Yahudi kökenli onaltı yaşında bir kız olup, sanatla ilgilenmekte ancak tümör sebebiyle iki kez beyin ameliyatı geçirir. Daha sonra da şizofreni teşhisi konmasının ardından intihara teşebbüs eder ve bir akıl hastanesine yatırılır. 

Zihninde kurduğu dünya bambaşkadır. Yazarın yarı otobiyografik romanı olan bu eser, iki kez de filme konu olmuştur. 

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum. 

İyi okumalar.

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği


Geriye dönüp baktığımda -aradan geçen yaklaşık kırk seneye göz gezdirirken, neyi doğru neyi yanlış yaptığını hâliyle sorguluyor, insan. Çocukluk, gençlik, üniversite yılları, sonrasında iş hayatı ve biriken anılar... 

Yazmasam olmaz, diye düşündüm. İnsan hafızası bile zamana yenik düşüyor. 'Alzheimer' denilen hastalık artık çağın hastalığı olmuş durumda. İnsan, bunca iç ve dış etkene maruz kalırken anıları muhafaza edebilecek bir yer arıyor, kendine.

Seneler evvel daha blog yazma düşüncesi kafamda oluşmamışken bir siteye denk gelmiştim. Hafızam beni yanıltmıyor ise; ya İskandinav ülkelerinden biri ya da Kuzey Avrupa ülkelerinden birinin yazılarını okuyordum. Orada bir rahatsızlığı sebebiyle bazı şeyleri unuttuğunu, yazmanın insan ruhu üzerinde ve bilhassa düşünce yetisine olumlu katkılar sunduğundan bahsediyordu. Ve aynı şahsiyet bir zaman sonra fani bedeninin dünyayı terk ettiğinde de bu yazıların okyanusu andıran internet âleminde varlığını sürdüreceğini anlatıyordu.

2005 yılından bu yana vakit buldukça, okudukça, gezip gördükçe, bir takım yorumlar etrikce kendimce yazıya dökmeye çalıştım. Keşke daha fazla okuyup, daha çok yazıya dökebilseydim, diyorum şimdilerde.

İnsan, varlığını sürdürmenin yanında aynı zamanda tarihe birtakım notlar ve izler düşmek istiyor. Şikayetçi değilim, yine de. Hayatın zorlayıcı acılarının yanında bahşettiği mutluluğu bilhassa 'aile' ve 'kitap' kavramında bulmuş birisi olarak bahtiyarım.

Unutmadan anılardan da bahsetmek gerek. Hiç unutamadığım bir anımı paylaşmak yerinde olacak, sanırım. 

Daha o zamanlar şehir bu denli dolmamıştı, büyük şehirlerde... Sahiller betona boğulmamıştı daha... Deniz gel-gitler yapıyordu yer yer ve birçok şey bırakıyordu bazı kıyılara...

Caddebostan'da insanlar denize giriyor. İnsanlar güneşin altında İstanbul'un sıcak gevrek günlerini yaşıyorlardı. Telaşsız günlerdi hatırlıyorum.

Yüzmek için denize gitmiştik, Tuzla tarafında. Oraya o zamanlar 'Mercan' diyorlardı. Gerçi ismi hâlâ aynı. Bir o değişmedi, adı yani.

Vaktin çoğu orada denize girip, aylak aylak dolaşmakla geçiyordu. Okuldan çıkan bir çok talebe oralara üşüyordu.

Ne de çabuk geçti... Geçmez zannettiğimiz onca şey.

Neler var daha yazmak istediğim ancak vakit buldukça yazmaya devam edeceğim.

Anıları muhafaza etmeye çalışın. Bir fotoğraf karesinde veyahut bir yazıda. Çünkü; sanılandan çabuk geçiyor insan hayatında. Ve sevdiklerinizle daha çok zaman geçirin. Geri kalan hiçbir şeyin bir kıymeti harbiyesi yok!

Ve varolmanın dayanılmaz hafifliği bir tüy kadar yumuşak iken; bazen de bir çelik telden bin kat daha ağır olabiliyor. Şahsen mühim olan yegane şeylerden birisi: İnsan kalabilmeyi becermek... Ve anılara muhafaza etmek için hayat ırmağı içinde bir kıyı bulabilmek...

Ya olmasaydı romanlar, hikâyeler, şiirler, türküler... Ne kalırdı bizden geriye bizi hatırlatan...

17 Nisan 2020 Cuma

Mihail Şolohov: Don Hikâyeleri



Mihail Şolohov'un 'Don Hikâyeleri' adlı eseri

1965 Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan büyük Sovyet Yazarı Mihail Şolohov'un ilk eseri "Don Hikayeleri"dir. 

Bilhassa Don bölgesindeki iç savaşları ve Kazakların başkaldırmalarını anlatan eser, Sovyetler Birliğinde olduğu gibi, Amerika ve İngiltere'de de en çok okunan kitaplar arasına girmiştir. 

Okumanızı öneririm. 

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum. 

İyi okumalar.