1 Kasım 2021 Pazartesi

Ağıt


    Orada durmuş; kapı ile eşik arasında. Havada boşluğu dolduran bir sarkaç gibi sallanıp, ağzında tek düze, çarpılmış aynı kelimeleri tekrar edip duruyordu.
- Git...ti... Git...ti... Gitti... Giiiittiii...

    Yanına varıp, en azından ona dokunarak o acıdan bir nebze dahi uzağa atma isteğini duydum içimde. Korktum. Zira bazı acılar vardır ki; onlara sadece saygı duymak gerekir. O duvarın dibinde, bense masanın yanındaki küçük iskemle üzerinde ne kadar bekledik, hatırlamıyorum.

    Sonra birden yıllarca ayakta kalan ama ufak bir rüzgarın o ters fiskesiyle devrilen koca çınarlara benzer şekilde olduğu yere yıkılıverdi. Boğazında bir hırıltı, o tek kelime de çıkmaz oldu artık...

    İşte o zaman kalkıp yanına varabildim. Yüzünü ağır ağır bana doğru çevirip:
    
    - Senin hiç çocuğun öldü mü Hüseyin?, diye sordu.

    Ne cevap vermeliydim. Ne söylemek gerekliydi. Bu acıya onunla ortak olmak için ne yapmam gerekliydi... Kafamı iki yana salladım. Onu koltuk altlarından tutarak kanepeye doğru sürükledim. İnsan denen varlığın kendini bıraktığında ne denli ağır olduğunu kollarımda hissettim.

    Duvarda gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Kafası önüne düşmüş bir şekilde ansızın konuşmaya başladı:

    - Herkesin çocuğu okula gidecek, benim oğlum gidemeyecek Hüseyin. Kör bir kurşun, küçücük bir demir parçası... Anlıyor musun? Ben ona hayatımı adadım, şu namussuz kocama rağmen insan gibi yetiştirdim. Kim bilir oğlunun öldüğünü bilmeden, nerede, kiminle zıkkımlanıyor yine! Ama akşama o da öğrenir...

    Devam edemedi daha fazla. Bir müddet daha olduğu yerde sallanıp durdu. Sonra içindeki suyu tutamayan bir nehir gibi coşarak:

    - Ölüm hepimizin başında. Birgün hepimiz öleceğiz. Bunu bilipte yaşamıyor muyuz zaten? Bir parça mutluluk için ömür boyu acı çekmiyor muyuz? Ama o, ama o...

    Gözlerinden yaşlar akıp duruyordu. Boğazına düğümleniyordu kelimeler. Ne gelen vardı ne de giden. Haberi veren gideli çok olmuştu. Koşarak gelmiş, kapıda durmuş ve nefesini tazelemeden:

    - Vurmuşlar oğlunu, yarın cenazesi gelecekmiş..., deyip tekrar koşarak uzaklaşmıştı.

    Şimdi ise; oğlunun fotoğrafı ile başbaşa kalmış bir anne vardı bu dört duvar arasında. Ve gözlerini birer bıçak gibi bana dikerek:

    - Kimse ama hiç kimse anlayamaz evladını kaybetmiş bir anneyi ve bu gerçeği hiçbirşey değiştiremez Hüseyin efendi...

9 Eylül 2021 Perşembe

Tolstoy'dan Savaşa Karşı Yazılar


Lev N. Tolstoy'dan
'Savaşa Karşı Yazılar' adlı eseri

Tolstoy, her eserinde bir öğrenciye yaklaşan usta öğretici gibi bu eserinde de savaşın insanlık tarihine verdiği zararları anlatıyor. 

Anlatma biçimi, dili kullanma tekniği, insana özünde insan olduğunu hatırlatan üslubu kayda değer bir ölçüde eserde göze çarpıyor. 

Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Turgenyev ve Gonçarov, Rus edebiyatında eserleri bilhassa üzerine basa basa, ince ince düşünerek okunması gerek yazarlar. 

Zaman mefhumu ile benim gibi başınız dertte değil ise; bu eseri okumanızı tavsiye ederim. 

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum. Eseri bitirdiğimde dimağımdan geçen düşünce şu oldu: Savaş; bir insanlık suçudur. 

İyi okumalar.

8 Ağustos 2021 Pazar

Kült Bir Film: "Alkatraz Kuşcusu"

"Birdman Of Alcatraz" filmi afişi

Özgün adıyla "Birdman of Alcatraz" filminde başrolde yer alan Burt Lancester, yaşamını kuşlara adayan tutuklu Robert Franklin Stroud'un yaşamının kurgusal olarak canlandırmaktadır.

Filmin yönetmen koltuğunda John Frankenheimer'i görüyoruz. Thomas E. Gaddis'in 1955 senesinde yazdığı aynı adlı kitabı filme uyarlanmıştır.

Alkatraz Kuşçusu, cinayetten hüküm giymiş olan Robert Franklin Stroud'un öz yaşama öyküsünü anlatmaktadır. Robert F. Stroud, Kansas'ta bulunan Leavenworth Federal Hapishane'sinde bir gardiyanı öldürmesi sonucu ömür boyu tecrit hapis cezasına çarptırılmıştır. Tecritte geçen 1939 - 1941 yılları sürecinde kuşlar üzerine yaptığı incelemeler ve kuş hastalıkları ile ilgili makalelerle bu alanda uzmanlaşmıştır.

Burt Lancester, 1962 senesinde çekimleri sırasında

Filmde dikkatimi cezbeden başka bir husus ise şu oldu: Hayatı hapiste geçen ve annesinden başka dış dünya ile bağı olmayan bir adamın, kuşlarla kurmuş olduğu dünya da bambaşka bir ışık bulmasıydı. Bu ışık bilimin ışığıydı.

"Alcatraz Kuşçusu"
filminin posteri
Robert F. Stroud'un kadınlarla olan ilişkisinde ise yüzü gülmüyordu. Kuşlarla ilgili yaptığı araştırmalarla tanıştığı kız arkadaşı nedeniyle annesiyle olan ilişkisi bozulmuştu.

Filmin sonunda günışığına kavuşsa da kuşlarla olan bağını ve araştırmalarını sürdürmeye devam etti. Kült filmler arasında sayılan bu filmde Burt Lancester oyunculuğu ile hikayenin seyirciye geçmesini ve ölümsüz olmasını sağlamış.

İnsanın insanla kuramadığı bir bağı kuşlarda bulması. Toplumdan soyutlanarak bir cezaevine konmanın dışında içinde yaşadığı sıkıntılarla ikinci bir cinayet işleyerek tecrite uğramasına rağmen hayvan sevgisiyle duvarların ötesine ulaşması... Sanırım bu sevgi bağıyla karşılıksız bir adanmışlık duygusunun neticesi.

Bana sorarsanız, Alcatraz Kuşçusu, aslında kendi içinde özüne yabancılaşan insanın bir kuşla kurduğu bağla benliğinin farkına varmasının hikayesidir.

7 Mayıs 2021 Cuma

Rıfat Ilgaz: Halime Kaptan

Rıfat Ilgaz'dan
'Halime Kaptan'
Memleketin kara günlerinde kocasını askere yollayan Halime Kaptan, kayınbabası Temel Reis ve oğlu Memiş ile evlerinde Cide'de kalır. Savaşın getirdiği zorluklar sırasında asker kaçağı eşini tekrar vazifeye gitmesi için elinden geleni yapar.

Temel Reis'in vefat etmesi üzerine Halime Kaptan, bir yandan evinin rızkı, diğer yandan Kuvâ-yi Milliye sandalıyla İstanbul'dan, Karadeniz'e cephane taşır. Karadeniz'deki düşman deniz kuvvetlerinin yanı sıra denizdeki korsanlarıyla mücadeleye girer.

Bu eser yalnız Halime Kaptan'ın değil, bu ülkeyi kurtarmak için kağnılarda, sandallarda, toprak üstünde ve denizlerde mücadele etmiş Anadolu kadının hikâyesidir.

İlköğretim okulları için '100 Temel Eser' arasında bulunan bu eseri bilhassa çocuklarımıza okutmanız tavsiyesi ile incelememi sonlandırıyorum.

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum.

İyi okumalar.

11 Şubat 2021 Perşembe

Öğretmen

Doğu'da bir köy okulu, 1940'lar... (Temsili bir fotoğraf)

O gün yağmur yağıyordu. Diğer sıradan günleri bundan ayıran tek özellik buymuş gibiydi. Sesler geliyordu, tepelerin ardından. Çıkmış, etrafı geziyordum. Ve bir çocuk koşarak bana doğru yaklaştı. Öğretmenim, tayin emriniz gelmiş. Öyle, dedi muhtar. Ufak yerlerin böyle adetleri vardır. Size ait bir şeyi herkes bilmesi gerekenden önce öğrenir. En son haberi olması gereken asıl kişinin bilgisi olur, olan bitenden...

Kabullenmiştim. Olanları bir kez daha bu hikayeyi aktarmak için nakşetmeye ise lüzum dahi görmüyordum. Ancak kısaca anlatmam gerekirse; köye ilk geldiğim günden beri çocuklar dışında kimse bana alışamamış, ısınamamış ve sevmemişti, beni. Birtakım gayretler içine girerek bağ kurmaya çalıştıysam da fayda etmedi. Sanki; uzaydan bu köye düşmüş bir meteor taşı gibi bakıyorlardı, bana. 

Ufak tefek bağnazlıklara göz yummama rağmen boğuyordu, bu köy beni. Çocuklara okuma, yazma, aritmetik öğretmek dışında da bazı şeyler vermek istiyordum. Bu dağ başından en azından bir kaçının kurtulmasını ümit ediyordum. Ve sonunda muhtarla tartışmış, köylüler tarafından dışlanmıştım. Anlatmaya çalışmıştım. Her on, yirmi senede bir dünya değişir. Bu çocukların kaderi bu dağ başlarına mahkum edilemez, demiştim. Anlattım, anlamadılar. Şikayet edildim. Savunma verdim. Sonunda bende pes ettim. Bakanlığa bir yazı yazdım. Bu köyde bende kalmak istemiyorum, minvalinde birkaç satır işte... Ve onlarda beni Batı'da bir yere tayinimi çıkardı.

Hangi şehir mi, hangi köy mü, diye merak mı ediyorsunuz? Ne fark eder neresi olduğu!.. Makus talihi değişmeyecek, 1940'larda..., Doğu'da bir yer...

Elime aldıktan sonra tayin kağıdını, okula gittim. Kara tahtanın önünde durdum. Öğrenci sıralardan birine geçip, Atatürk'ün fotoğrafına uzun uzun baktım. Ne olmuştu, idealist ruhuma. Korkmuş muydum, yılmış  mıydım? Ailemi mi özlemiştim? Yoksa arkadaşlarımı mı? Üç yıldan biraz uzun süredir, bu köydeydim? Maaşımın bir kısmı çocuklara kitap almak için harcıyordum, bir kısmına da gaz lambasına yağ almak için...

Uzun gecelerim oldu, bu köyde... Gaz lambası ışığı altında...

Neleri düşünmedim ki... Bazı geceler keşke bir teleskopum olsaydı, dediğim çok oldu. Geceleri gökyüzü öylesine açık olur ki; bu köyde yıldızlar ayağınızın altına seriliyormuş, zannedersiniz. Damlara yapar, yataklarını yaz aylarında bazı köylüler. Çocuk sesleri, köpek havlamaları kesilmez gecenin içinden... Bazen de dağdan kurşun sesleri...

Şimdi dönerken... Vilayete uğrayıp işlemleri hallettikten sonra bir tren bileti alacağım. Yolda uzun uzun seyretmek istiyorum, şehirleri... Bozkırını, dağlarını, derelerini, önümde bulutlu bulutsuz geçen bütün doğayı...

Aynı kaderi benimle paylaşan başka meslektaşlarım var mıdır, diye düşünmeden de edemiyorum. Çocuğun tayin haberimi veren kağıt parçasını elime verirken ki; yüzü gözümün gönünde hala... "Öğretmenim gitmeyin, bizi bırakmayın..." cümleleri kulaklarımda...

Yoruldum, sanırım. En çokta kendimde... Bir insan, bir yerde kendine çocuklar dışında yakın bir şey bulamadığı zaman ne mi yapar? Ben kitaplara sarıldım... Uzun gecelerimde gaz lambası eşliğinde sabahlara dek okuyup, tahta kanepe üzerinde sızdığım çok oldu. Çocuklar bazen gelip uyandırırlardı, beni... Unutmadan birde köpeğim vardı... Onu da köydeki çocuklardan birine verdim, trene binmeden önce.

Sanki gideceğimi anlamış, kapının eşiğinden kalkmıyordu. Yavruyken almıştım, bir çobandan. daha iki aylık bile değildi. Beni benimsedi, bende onu. Onu da yanımda götürmeyi düşündüm. Ancak bir apartman dairesinde zor olur, kolu komşu ile birtakım sorunlar yaşarım. Bunları göze alamadım...

Köyün tepeleri geliyor, şimdi trene binmiş giderken... Etraf yeşilden geçilmiyor, tren ilerlerken rayların üzerinden. Köyde ise; ağaç namına birşe yok. Dağlarda geven denilen küçük çalı kümeleri var. Köylüler bunlar için kavga ediyorlar, hatta civar köylerde bunun için adam bile vuran olduğu haberleri geliyor. Yokluk nedir burada insan daha iyi anlıyor. Mala, davara yedirmek için dağdaki gevene muhtaç kalmış insanlar. Ot bitmiyor, doğru düzgün bu dağlarda. Yağmur nadir yağıyor... Köylüler imamı da alıp yağmur duasına çıkıyor iki günde bir...

Arada mektupta alıyordum, eşten dosttan. Birde kız arkadaşım vardı. Ancak ikinci yıldan sonra tayinimin çıkmayacağını düşünerek mektupları azalttı. Kırgın mıyım, kendisine? Hayır. Zira iki sene iyi kötü can yoldaşı oldu bana. O uzun soğuk gecelerde kar yağarken, Mayıs sıcağında nemden yatamazken ev damlarında çıkıp çıkıp okurdum, mektuplarını.... Böyle şeyler insana yaşama gücü veriyor.

Arkadaşlarıma gelince onlar sürekli dalga geçip durdular, benimle. Özel bir okulda da hocalık edebilirmişim, gibilerinden. Ancak ben sürekli ben bir devlet okulunda öğretmenlik yapmak istediğimi yineleyip durdum. Sonunda ise; pes ettim. Batıda bir yere tayinim çıktı.

Ayrılırken hüzün verir, insana. Diyeceksiniz ki; yerine başka bir öğretmen atanacak. Belki senin kadar etliyi sütlüyü kurcalamadan zorunlu şark hizmetini tamamlayıp ayrılacak. Sen neden düştün, bu kadar derdine. İnsan bağ kuruyor, yaşadığı yerle bir müddet sonra...

Çocuklarla vedalaşırken, bir kız çocuğunun gelerek kucağımda ağlaması... Tren ilerlerken ben bunları düşünüyorum, ara ara. Annemi özlediğimi hatırlıyorum. Kardeşim bu sene üniversiteye başlayacak... Birçok şey gelip geçiyor aklımdan.

Tren ilerliyor, üç senemin kilometre kilometre benden uzaklaştırarak...

Ben başka bir yere gidiyorum, yeni şeylere başlamak için...

Ve ömür dediğin kaç gün ki; azalıyorum yavaş yavaş...