27 Aralık 2011 Salı

Hayat'ımıza Hoş Geldin Kızım

Bebek
Uzun zamandır bekliyorduk eşimle beraber bugünü...

Bekleme sürecinde kızımla ilgili olarak kaleme aldığım Baba Oluyorum ile Bir Kızımız Olacak yazılarımı paylaşmıştım sizlerle.

Çok şükür bunca emek ve zahmetten sonra Allah çocuğumuzu sağlıklı olarak elimize almayı nasip etti. İlk çocuğumuz olması nedeni ile hastane önünde saatlerce bekledikten sonra 22 Aralık 2011/Perşembe günü saat 21:15'de o güzel haberi ebe hanım iletti bana.

Hayatımda ne diploma alırken, ne de askerden tezkere alırken bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Eşime bu durum için ayrıca teşekkür etmiştim. Yineliyorum teşekkürümü.

Efendim babalık duygusu nasıl bir duygudur diye sorarsanız eğer. Daha tam olarak tadamadım. Lakin bence annelikten sonra en yüce hislerden biri olduğunu düşünüyorum.

Kızımızla ilgili uzun süren isim arayışından ve tartışmalardan sonra adına karar verdik. Mahsun Kırmızıgül'ün Hayat Devam Ediyor... dizisinden esinlenerek kızımızın adını 'Hayat' olmasına karar verdik.

Kızıma bir baba olarak ömrümün sonuna kadar yanında olacağıma söz veriyorum. Onun mutluluğu ile sevinip, üzüntülü zamanlarında ve özellikle şu aralar. Kaka yaptığında altını annesi ile beraber temizleyeceğime söz veriyorum.

Uzun uzun yazıp laf kalabalığı yapmayı sevmiyorum. Tarihe bir not düşmek için yazıyorum. Kızım büyüdüğünde okumayı öğrendiğinde okur umuduyla.

İşin gırgırı bir tarafa hayatımıza hoş geldin kızım. Hayatımıza renk ve mutluluk kattın. Umarım senin hayatında ömrün boyunca istediğin gibi olur...

17 Aralık 2011 Cumartesi

Düzende Var Bir Düzensizlik



Ve İnsan...
Televizyonları açıp dizileri izliyoruz. Verilen aslında bir reyting savaşı...

Seçimlerde sandık başına gidip oy kullanıyoruz. Yapılmaya çalışılan aslında bir çıkar savaşı...

Halk olarak dünle bugünü oturup kıyaslıyoruz. Aslında her geçen gün yeni bir yalanın parçası...

Düzende var bir düzensizlik arkadaşlar. Daha dün ülke çıkarları diye nutuk atanlar bugün ülkeyi parça parça satıyor. Bir Allah'ın kulu da çıkıp hesap sorduğu zaman. Aha bu da Ergenekoncu denilip doğru Metris Cezaevine.

Yeni dizisi televizyona çıkacağını hevesle anlatan yönetmen istediği reytingi tutturduğu zaman köşeyi dönüyor. Sonra magazin gündeminde halkın gözünü boyamayan çalışan ünlülerin yaptıkları. Dizisi yayından kalkan yönetmen, oyuncu ise; dizi tutmadığı için veryansın.

O kadar tezatlık var ki: hangi birini anlatsam. Hangisi üzerine konuşsam bilemiyorum. Daha dün Avrupa Birliği'ni Hristiyan Kulübü diye demagoji yaparak halkın gözünü boyayan siyasetçi bugün devletin bir numaralı koltuğunda oturuyor. Avrupa Birliği geleceğimizdir deyip dini konuları arka plana itiyor. Laiklik ilkesi ile alay edilir hale geldi. Öğrenciler çıkıp bu politikaları eleştirince gavura yapılmayan eziyet kendilerine uygulanıyor. (Amerikan askeri Adana / İncirlik'e geldiğinde ülkemizin geleceğini kuracak olan öğrencilere gösterilmeyen saygı onlara gösteriliyor.)

"Rezalet" kelimesinin tam karşılığını ararsanız. Dünyayı dolaşarak zahmete girmeyin lütfen. Çünkü: Türkiye Cumhuriyeti'nde rezalette, kepazelikte diz boyunu çoktan geçti.

Halkı galeyana getirmek için yazmıyorum. Eğer bazı gerçekleri gençlerimiz araştırıp çoğunluğu görmüş olsaydı. Durmak yerine harekete geçmiş olsaydı. Zaten şuan yazmıyor olacaktım bu yazıyı.

Daha elimizden ne alınmalı. İşsizlik diz boyu. Her gün basında açıklanan rakamların çoğu gerçeği yansıtmıyor. Alım gücü düştüğü için halkın enflasyon yüzde 10'nun altına düştü diyor devlet büyüklerimiz. Halk geçinemiyor. Vatandaş çoluğuna çocuğuna gelecek kuramıyor. Her gün yüzlerce şirket iflas bayrağını çekiyor. Yabancı sermaye dedikleri şey gitgide kendine esir ediyor milletimizi ve toprakları.

Devlet politikaları uygulanırken insanlar tek tipleştirilmeye çalışılıyor. Bizim adamımız ya da öteki mantığı bütün partilerde egemen. En büyük yanlış da burada yapılıyor. Halka takım tutar gibi parti tutun deniyor. O kadar kolay değil bu işler maalesef. Mevzu bahis olan yarının çocuklarının geleceği...

Harekete geçmemiz için bayrağımızın direkten inmesini mi? bekleyeceğiz. Her yeni güne bir şehit haberiyle ciğerimiz yanarken oturup susacağız? Milletimiz bunu hak etmiyor. Eğer politikacılar görevini yerine getiremiyorsa görev halka düşüyor.

Gereken bir kıvılcım sadece. O günün de geleceğine eminim. Nasıl İzmir'de Hasan Tahsin, Menemen'de Asteğmen Kubilay çıktıysa, yine bir yiğit çıkıp dur diyecek düzene.

İşte o gün geldiğinde ben bir genç olarak üstüme düşen vazifeye hazır bekliyor olacağım. Umarım diğer genç kardeşlerimde üstüne düşeni yapar. Saygılar...

26 Kasım 2011 Cumartesi

Zor Zamanlarda Yaşamak

Hayat Yolu

Evdeyim. Akşam saatleri. Uyumaya çalışıyorum. Uyku tutmuyor gözlerim. Beynimin içinde uğultular. Kafamın içinde kelimeler birbirinden ayrılmış iki sevgili gibi.

Yatağımdan doğrulup salondaki televizyona yöneliyorum. Van'daki depreme ilişkin bir türkü organizasyonuna ilişkin bir program var yayında. Çeşitli sanatçılar sahneye çıkıp türkülerini, şarkılarını söylüyor. Sıra Cengiz Özkan'a geliyor. Sahneye çıkıp, türküsünü söylüyor. Türküsü bittikten sonra iki kelime söylüyor sadece: Yalnızız. Birlikte... Sonra ayrılıyor sahneden,

Sonra televizyonu kapatıp, pencere kenarına geçip, bir sigara yakıyorum. Şehir karşımda uykuda. Bense yarı dalgın karşısında...

Sabahın olacağını, yeni bir günün başlayacağı sıradan bir gece yarısını yaşıyorum yine.

Ülkemi düşünüyorum. Kafası çalışan zehir zemberek çocukların imkansızlıklar yüzünden okuyamaması takılıyor kafama. İstenen hayatı değilde, dayatılan hayatı yaşayan insanları düşünüyorum hemen sonrasında. Bunun gibi bir sürü düşünce anlık olarak gelip geçiyor kafamın içinden.

Zor zamanlarda yaşıyoruz. Ne olduğumuz yerde mutlu olabiliyoruz. Ne de gittiğimiz yerlerde huzur bulabiliyoruz. Eğer, neden bu haldeyiz derseniz. Türkiye, gerçek değerine: işlenemediği için ulaşamayan bir değerli taş gibi. En büyük nedenlerden biri bu bence.

Sonra bu düşünceler, biten sigaram gibi bitiyor birden.

Gidip dönüyorum uykumda kaldığım yere. Uyku unutturuyor her şeyi. Sabahla beraber her şey düzene girmiş gibi görünüyor.
Böylece devam ediyorum hayatıma kaldığım yerden... Diğer sıradan insanlar gibi yapıyorum sadece: yaşıyorum sadece...

Can Yücel'den ismini hatırlayamadığım bir şiirinin bir satırı takılıyor kafama uykum kaçtığında, diyor ki usta; Bu kaçıncı ölmeyişimiz, bu kaçıncı diriliş hep beraber yeni doğan güne...

6 Kasım 2011 Pazar

Vicdanlarınızı Hangi Köşede Unuttunuz

Çocuk istismarı insanlık suçudur!
Doğu'da bir köy. O köyde yaşayan küçük bir kız. O kız çocuğunun başına gelen, talihsiz, üzücü ve insan onurunu kıran çocuk istismarı. Kader mi? diyelim. Yoksa sadece mahkeme kararı ile kapatılmaya çalışılan ve her gün bir yenisi cereyan eden sıradan bir olay mı? sizce.


Çoğumuz N.C.'nin kaderinin ne kadar kötü olduğunu düşünüp, mahkeme kararına isyan ederek, sonucu değiştirmeyecek de olsa olay üzerine kişisel yorumlarımızı yaparız. Bir köşeye geçip tribünden izleriz akabinde gelişecek olan süreci.

Empati kurmaksa: aklımıza bile gelmez çoğumuzun. Çünkü: işimize gelmez. Mağdurun yerine kendimizi koymak.

Kim bilir o çocuk 26 kişi ile istemeyerek, içine çekildiği iğrençlikten belki de haberi olmadan bu insanlık dışı hareketlere maruz kaldı. Yaklaşık bir buçuk yık sürdü N.C.'nin başına gelenler. 13 yaşındaki bu kız çocuğuna bunu yapanları eleştirmek de fayda getirmiyor bizlere. Çünkü: onlar zaten insanlık dışı bu hareketleriyle insan olmadıklarını ispatlamış oluyorlar. Fakat suç teşkil eden böyle bir olgu da sosyal devletin aradan uzun zaman geçmesine rağmen kamu vicdanını rahatlatacak bir karar vermemesi asıl sorunu teşkil ediyor.

Emin olun N.C. vakası bu tür olaylarda buzdağının görünen yüzü. N.C. gibi bu olaya maruz kalan ve ortaya çıkmayı bekleyen binlerce olay var Türkiye'de...

Cinsel istismara uğramış çocukların hayata bakışları diğer çocuklara oranla çok değişiyor. Cinsel istismara uğramış çocuklar, çaresizlik, öz güven eksikliği, suçluluk ve utangaçlık duygusuyla yaşamını sürdürmek zorunda kalıyor. İstismarın ortaya çıkmasıyla toplumdan eleştiri alan ve ailesi tarafından reddedilen çocuklar, istismarın etkilerini diğerlerine oranla daha ağır şekilde hissediyor.

İstismarın uzun süreli etkilerini hisseden çocukta cinsel duygular ve davranışlar normalden farklı yapı kazanabiliyor. Zedelenmiş cinsellik, ihanet duygusu, acizlik ve damgalanmak korkusunu yaşayan çocuklarda kendini “kötü” olarak algılama eğilimi ortaya çıkabiliyor. Bu durum ilerleyen dönemlerde çocukta geri dönülmez psikolojik hasarlara yol açabiliyor.

Başta bir insan olarak, sonrasında bir baba olarak: gazetelerde, televizyonlarda N.C.'nin küçük yaşta uğradığı bu cinsel saldırıdan çok, ülkünün temeli olan yargı olanlarının verdiği karar vicdanımı rahatsız etti. Kurduğum bu cümle de benimle hemfikir olan arkadaşlar eminim ki: vardır.

Bizler vatandaş olarak, içinde olmadığımız bir vaka da bile vicdanımızı rahat hissetmiyorken; acaba yetkililerin vicdanı rahat mı?

Emin olduğum, onlarında vicdanlarının rahat olmadığı...

Eğer öyleyse daha vahim bir soru var karşılarında: vicdanlarını hangi köşede unuttukları...

8 Ekim 2011 Cumartesi

Müjdat Gezen: "Ben Bir Aptalım!?"


Müjdat Gezen
İlk okuduğumda yazıyı: '- Helal olsun Müjdat abiye' demiştim. Bugün çoğu gazetenin yapamadığı açık yürekliliği yiğitçe, çekinmeden, gayet samimi şekilde dışa vurmayı başarmış. Ne demek istediğimi anlamak isteyenler gayet iyi anladı. Anlamak isteyenlere sözümse gözlerini açmadan (tamamen kapanmadan)

Sözün özü; büyük usta durumu gayet açık yazmış. Merak edenler için yazımın devamına ekledim. Buyurun: aşağıda 'o' müthiş serzeniş...

Buna karar verdim. Çünkü akıllı biri olsam: AKP’nin yanında olduğumu, Recep Tayyip Erdoğan’dan başka büyük olmadığını ülkemde on iki milyondan fazla açlık sınırında insan bulunmadığını, üç milyon işsiz olmadığını, emekli ve işçilerin refah içinde olduğunu, yakında Avrupa Birliği’ne gireceğimizi, AKP hükümetinin muhteşem bir hükümet olduğunu söyleyip, istediğim kanalda en iyi parayla istediğim işi bulup, reklam filmlerinde boy göstererek, acayip para kazanır gül gibi geçinirdim.

Oysa ben bankadan kredi alabilmek için oturduğum evi ipotek ettirip, bu parayla okul yaptırıyorum ve AKP karşıtı olduğum için de tehditler alıyorum… Bana bakın satılmışlar… Bana bakın AKP uşakları ve popo yalayıcıları… Benim korumalarım yok, zırhlı arabalarım yok, silahım yok… Daha doğrusu ben böyle zannediyordum… Ama varmış. Bu ülkede gerçek Atatürkçü gençler varmış. Gerçek onurlu insanlar varmış.

Öğrencilerim dışında yürekli pek çok öğrenci varmış… Elli yıldır kimseyi kandırmadığımı, düşüncelerim uğruna hapis yattığımı ve tek çıkarımın onların çıkarı olduğunu bilen kitleler varmış. “Mış” demem haksızlık olur. Biliyordum. Ama bu denli atik davranacaklarını bilmiyordum… Aldığım riyasız telefonlar, fakslar, mailler satılmışları çok azınlıkta bıraktı…

Size başbakan sofrasında yemek yiyip “haklısınız efendim” diyen sanatçılar mı lazım?... Ben onlardan değilim. Size popo yalayıcı, suya sabuna dokunmayan “siz bilirsiniz efendim” diyen sanatçılar mı lazım? Ben onlardan değilim. Size korkak ürkek “aman parama dokunmayın” diyen sanatçılar mı lazım? Ben o değilim. Size muhalefet etmeyen, el etek öpen, “padişahım çok yaşa” diyen sanatçılar mı lazım? O ben değilim. Ben, kendini bildi bileli fikirlerini açıkça söylemekten korkmayan, dümdüz biriyim. Yaptıklarımı, söylediklerimi herkesin beğenmesini istemem. Neden bir hırsız, bir üçkağıtçı, bir yağcı, bir sahtekar benim yaptıklarımı beğenecekmiş?...

Herkesi mutlu etmek gibi bir niyetim hiç olmadı. Söylediklerimden mutlu olmayanlar dönüp kendilerine bakacaklar.

“Bu adam ne dedi de biz kızdık?” diyecekler… Ben yetmiş yıla yaklaşan ömrümü toplumuma verdim. Bundan mutlu olmayanlar kendilerine dönüp bakacaklar. “Bu adam neler yapmış, ben ne yapmışım?” diye kendilerini bir gözden geçirecekler.

Her türlü eleştiriye açık bir meslek yapıyorum. Beğenen de olacak beğenmeyen de. Ama, tehdit, küfür, hakaret oldu muydu, orada aynen sizin anladığınız dilden giderim. - Müjdat GEZEN

12 Eylül 2011 Pazartesi

'12 Eylül Müzesi' Bugün Açılıyor

Darbenin 31. yılında Ankara'da 12 Eylül Utanç Müzesi sergisi bugün itibariyle açılıyor. 
Tamda acıların başladığı tarih olan 12 Eylül'de...


Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki sergiye hem o dönemin acılarını yaşamış tanıklardan hem de yeni kuşaklardan büyük ilgi vardı...








7 Eylül 2011 Çarşamba

Para Olmadan Yaşamak Mümkün mü?

Para olmadan yaşamak mümkün mü? İşte dünya üzerinde birkaç insan bu sorunun cevabını bulabilmek için hayat tarzlarını tam anlamıyla değiştirip parasız yaşamayı seçti. Kimisi vahşi doğada hayatta kalmaya çalıştı, kimisi kendine bir baraka bulup orada kendi yiyeceklerini yetiştirip yoluna devam etti, kimisi de Himalayalar’a doğru zorlu bir yolculuğa çıktı.

Banknot ve demir para

İşte böylesi zor bir hayatı seçenlerden birisini anlatacağım arkadaşlar. Bundan bir buçuk yıl önce parayla olan tüm ilişkisini kesti ve yeni bir hayata başladı. 31 yaşındaki Mark Boyle, Kasım 2008′de para kullanmayı bıraktı. Şu anda İngiltere’nin Bristol kenti civarında bedava bulduğu bir karavanda yaşıyor ve sadece gönüllü işler yapıyor.

Kendi yiyeceklerini yetiştiriyor, güneş enerjisi panelinden elektrik üretiyor. Cep telefonu sadece gelen aramalara açık; dışarıyı arayamıyor ve güneş enerjisiyle çalışan bir dizüstü bilgisayar kullanıyor. Sadece sebze yiyor.

2007 yılında “bedava ekonomi” isimli bir internet sitesi kurdu ve insanları bu site üzerinden yeteneklerini ve sahip olduklarını paylaşmaya teşvik ediyor. “Parasız Adam: Ekonomik bir yılın hikayesi” isimli bir kitap yazdı. Böyle, çoğu insanın çılgınlık diye nitelendireceği bu deneyimin başlangıcını şöyle anlatıyor:

“Bir akşam arkadaşlarımla oturup, dünyadaki sorunlardan bahsederken böyle bir fikir aklıma geldi. Birdenbire tüm dünyadaki savaşların, küresel krizin, çevre problemlerinin hepsinin çıkış noktasının para olduğunun farkına vardım.

İşte böylelikle parayı hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Organik yiyecekler üreten firmadaki işimi bıraktım, teknemi sattım.

Para ile satın aldığım her şeyin bir listesini yaptım ve onlarsız yaşamanın hesaplarını yaptım. Diş macunu yerine mürekkepbalığı kılçığından ve rezene tohumlarından bir karışım kullanıyorum.

iPod gibi teknolojik aletlerin tümünü hayatımdan çıkardım; şu anda hayatımdaki tek müzik ağaçlardaki kuşların cıvıltısı.

Parasız bir dünyada her şey daha fazla zaman ve çaba istiyor. Fındık kaynatarak yaptığım deterjanımla çamaşırlarımı elimde yıkamak yaklaşık iki saatimi alıyor. Çamaşır makinesi ile ise yarım saatte biterdi.

Aslında bu hayat tarzını çevre bilinci uyandırmak için sadece 1 yıllığına benimseyecektim ama bunu o kadar sevdim ki artık bırakmam mümkün değil. Hayatımda hiç bu kadar mutlu ve bu kadar formda olmamıştım.

İlk başlarda ailem çok tepki vermişti; ancak, şimdi onlar da beni destekliyor; hatta onlar da benim gibi olmaya çalışıyorlar.

Para olmadan sosyalleşmek biraz zor; özellikle de benim gibi biri için. İrlanda’da büyüdüm ve benim yetiştiğim yerde arkadaşlarına barda bira ısmarlamak erkeklik göstergesi gibidir. Şimdi bunları yapamasam da arkadaşlarımı karavanıma davet edip onlarla kamp ateşi etrafında kendi yaptığım yiyecekleri ikram etmek çok hoşuma gidiyor.

Şu anda hayatımda kimse yok; ama çıkardığım kitap ve blogum dolayısıyla birçok kadın benimle ilgileniyor. Parasız olmak bir yana, et yemiyor olmak bile bana ilgi duyacak kadın sayısını azaltıyor. Benim için hayatından parayı tam anlamıyla çıkarabilecek bir kadın bulabilmek en büyük hayalim diyor Mark Boyle...

6 Eylül 2011 Salı

Sahaf Festivali Bu Yıl Tepebaşı'nda

Kitap Fuarı

Sahaflar, yarın kitaplarını bir kez daha okuyucu ile buluşturmak için açık havada Tepebaşı'nda olacaklar. Beyoğlu Belediyesi tarafından organize edilen ve bu sene 5.kez düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali, bu yıl Taksim Gezi Park'ında değil, Tepebaşı'nda ağırlayacak kitapseverleri.

Özellikle kitapseverlere için aranılan bir yer olacak. Festivalin tarihleri ise şöyle: 6-18 Eylül tarihleri arasında Tepebaşı TRT binasının önündeki alanda gerçekleşecek. Sahaf festivaline 72 sahaf stant açarak katılacak. Her gün 11:00 ile 23:00 saatleri arasında ziyaretçilere hizmet verecek stantlar. 

Beylikdüzü'ndeki TÜYAP Kitap Fuarı'na gidenler bilir. Mesafe açısından ziyaretçiler için ulaşım sıkıntı yaratıyordu. Beyoğlu Sahaf Festivali hem tarih olarak hem de yer açısından uygun olacak.

Eğer vakit bulabilirsem bende ziyaret etmeye çalışacağım Tepebaşı'ndaki stantları. 

Tüm kitapseverlere ve dostlara duyurulur...

5.Beyoğlu Sahaf Festivali'ne katılacak sahaflar:

Sahaf listesi

26 Ağustos 2011 Cuma

Bir Kızımız Olacak

Kız çocuğu
İnsan hayatı o kadar enteresan bir serüven ki: içerisinde doğumla başlayan ve ölüme uzanan o ince uzun yolda çok güzel ve bir o kadar değişik olguları barındırıyor.

İşte bu nedenle; o beklenen cümleyi eşimden ilk defa duyduğumda şaşkınlık içerisinde kalmıştım. O iki kelime ne kadarda etkilemişti beni. "Baba olacaksın..." dediğinden bu yana tam tamına 20 hafta yani yaklaşık 5 ay geçti.

Boş durmayıp blogumda bu güzel durumu anlatmak istedim. "Baba Oluyorum..." isimli yazımda babalık sıfatını almadan önce neler düşündüğümü paylaştım sizlerle.

Efendim geçen günlerin artından ultrason sonucunda "kız babası" olacağımız da netleş oldu. Bu ne demek oluyordu eşim ve benim için. Erkek mi? olacak.Kız mı? olacak muhabbetleri sona erdi sizin anlayacağız.

Şimdi di: kızımızın ismi ne olacak? sorusu ile tatlı bir telaş içindeyiz. Eğer bu konuda yardımcı olur ve daha doğmamış olan kızımıza isim arayışımızda bize yardımcı olursanız seviniriz.

Tabii: aklımızda birkaç isim var. Ama bizim için kafi gelmiyor bu isimler. Bu nedenle doğacak olan evladımıza daha güzel isimler bulmak içinde bu yazıyı yazmamın faydalı olacağını düşündüm.

Kızımıza isim önerecek olan dostlar yorum hanesine aklından geçen kız çocuğu isimlerini ve anlamlarını yazarak bize yardımcı olabilir.

Öneri de bulunacak olan dostlara şimdiden teşekkürler. Saygılar.

19 Ağustos 2011 Cuma

Vali: Gidenler Geri Gelmeyecek!


Erdal BEŞİKÇİOĞLU'nun,
Vali Recep YAZICIOĞLU'nu
canlandırdığı film

Kim bu ülkenin menfaatini ister ve görevi olsun olmasın bunun için emek sarf edip canını ortaya koyarsa bizim ülke de sonu belli. Faili meçhul cinayetlerin arkasında hangi güçlerin olduğu, bunları kimin organize edip, yönettiğini eğer merak ediyorsianız 'Vali' filminde cevabını bulacağınıza eminim.

En son Denizli'de görev yapan ve Ankara-Polatlı yolunda geçirdiği trafik kazasında ölen vali Recep Yazıcıoğlu'nun gerçek hayatından uyarlanmış gerçek bir hikaye.

İzledikten sonra kendimi buza çakılmış gibi hissettim . Çünkü; olan olaylara ilişkin film öncesinde ufakta olsa bir bilgim yoktu. Vakit ayırıp izlerseniz sizin de mutlaka fikir sahibi edecektir 'Vali' filmi.

Filmin konusu ise şöyle: Vali Faruk Yazıcı'nın en son görev yeri Denizli merkezli olacak filmin ana eksenine ise yine bir dünya ve Türkiye meselesi olan "enerji" konusu oturuyor.

Bilindiği gibi Yeniçağ dünyasında gizli ve açık bir biçimde sergilenen politik oyunlar-komplolar ve uluslararası ilişkilerin çıkar noktasında enerji meselesi bulunuyor. Filmde, özellikle bu konuda Türkiye'nin ve Türk insanının içine çekilmeye çalışıldığı bir komploya tanık olacağız.

Vali'de enerjiye konu olan madde ise uranyum madeni. Türkiye'nin çok zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olduğu halde enerji bakımından nasıl yoksul ve yoksun bırakılarak dışa bağımlı, kendine yetemez bir hale getirilişine, bu oyunun aktörleri ile bu oyunu bozmak isteyen vatansever karakterlerin mücadelesine tanık olacağız.

Filmde, akıllarda soru işareti bırakarak hayata veda eden devlet adamlarının şüpheli ölümleri, faili meçhul cinayetlere de gönderme yapılarak bu eksende kurulmuş bir komplo düzenine parmak basılacak.
Vali Faruk Yazıcı'nın neredeyse çocukluktan beri arkadaşı olan MTA Mühendisi Ömer Uçar ve mühendis arkadaşlarının, bölgedeki zengin uranyum madeni yatağıyla ilgili elde ettikleri bilgi üzerine başlayan şüpheli ölümler… Birbiri ardına kaybedilen pırıl pırıl, vatansever, fedakar bilim adamlarımız, mühendisler… Ve bu düzenin sürmesini isteyen sermayenin ardındaki gizli ve açık güçler…

Kısacası Vali, Türkiye çıkarlarını koruyup ülke insanlarının menfaati için elini taşın altına koyanlarla, taşları yukarıdan üstümüze yağdıran çıkar grupları arasındaki çekişmenin hikâyesini anlatıyor...

29 Temmuz 2011 Cuma

Bir Efsane: Spartaküs


(YunancaΣπάρτακος, SpártakosLatinceSpartacus) (M.Ö. 109 – M.Ö. 71)

M.Ö 73'te Roma...

Sınıflı toplumların zorunlu sonucu olan sömürünün geçmişteki en çarpıcı örneklerinden biri de İsa'nın doğumuna yakın yıllarda Roma'da yaşanıyordu. Roma toplumunun karşı koyulmaz yüksek sınıftan insanları Modena arenasında kendilerini eğlendirmek için, birbirlerini öldüren Roma'lı köleleri izliyorlardı.

Bu sadist eğlence için gladyatör okulunda özel olarak eğitilen, seçilmiş kölelerin ölümden başka seçenekleri yoktu. Ama insanın yaşama özgürlüğü dahil olmak üzere birçok özgürlüğünü elinden alan, köleci düzen ve onun sahiplerine "DUR" diyecek birinin ortaya çıkması, köleler için bir başka seçenek yaratmıştı. Artık Roma'nın karşısında güçlü bir lider olan Spartaküs vardı.

Spartaküs Kimdir?

Gençliğini Trakya'da geçiren Spartaküs, bir savaşta Romalılara esir düşmüş ve köle olarak satılmıştı. Bir köle olarak yaşayamayacak kadar özgürlükçü olması nedeniyle kısa zamanda sahibinin yanından kaçmış ve kiralık asker olmuştu. Ama tüm kölelerde olduğu gibi Spartaküs'ün vücudundaki damga da onun daima bir köle olarak kalacağının belirtisiydi. Bu nedenle, Spartaküs, gladyatör okuluna verildi ve orada öldürmekle yükümlü olduğu diğer kölelerle tanıştı.

İsyan Planları

Modena'daki ölüm gününe sıkı denetim altımda hazırlanan kölelerin Spartaküs'ün özgürlükçü düşünceleri benimsemeleri fazla uzun sürmedi. Spartaküs ve arkadaşları önce gladyatör okulundan kaçmayı daha sonra diğer köleleri de yanlarına alarak Romanın güçlü ordularını yenilgiye uğratmayı düşünüyorlardı. Bu, o güne kadar yaşanmamış ve hiç yaşanmayacağı düşünülen bir şeydi.(Çünkü M.Ö 187'de Apuli'de, 134 ve 104'de Sicilya'da başlayan köle ayaklanmaları büyük kayıplarla bastırılmıştı.) Ama Spartaküs bunun başarılabileceğine inanıyordu.

Kaçış ve Savaşım

Roma'nın, İspanya'dan Güney Fransa'ya, Yunanistan'dan Küçük Asya'ya hatta Kuzey Afrika'ya uzanan güçlü bir otoriteye sahip olduğu günlerde, gladyatör okulundan kaçan Spartaküs ve 73 arkadaşı kısa zamanda onlara katılan 200 kişiyle birlikte Vezüv dağında üslenip özgürlük mücadelelerine başladılar.

Çok geçmeden 3000 kişilik Roma ordusu, Spartaküs ve arkadaşlarının üzerine yürüdü ancak hiç düşünmediği bir yenilgiyle geri döndü. Bu zaferden elde edilen silah ve malzemeler, Spartaküs'ün kurtuluş çağrısına yanıt veren diğer kölelere dağıtıldı. Bu başarıyı duyan bir çok köle Spartaküs'ün ordusuna katıldı. Artık Spartaküs büyük bir ordunun başındaydı.

Roma hızla gelişen tehlikenin boyutlarını kavrayınca 10000 kişilik ordu ile tekrar saldırdı. Bu savaşta, 3000 kadar Galyalı Spartaküs'ün taktiğini göz ardı edip atağa geçince Roma ordusu karşısında yok oldu. 3000 kayba rağmen özgürlükçüler, bu savaştan da başarılı bir şekilde ayrıldılar. Böylece Spartaküs otoritesini güçlendirdi ve ordunun komutasını tam olarak eline geçirdi.

Daha sonra büyük tehlike altında olduklarını hisseden Roma egemenleri çok daha kuvvetli bir orduyu özgürlükçülerin üzerine yolladı. Yapılan savaşta, Spartaküs'ün yakın arkadaşı Kriksiyus'un Roma ordusunu yendiğini sanması ve erkenden eğlenceye başlaması 20000 kişinin ölümüne neden oldu. Buna rağmen Spartaküs'ün ordusu Roma karşısında üçüncü zaferini kazandı. Kriksiyus'un hatası olmasaydı belki de Spartaküs Roma'ya yürüme şansını elde edecekti.

Spartaküs'ün Yasaları ve Sonu

Bu yoğun savaş dönemiyle Spartaküs, kurtuluşun gelen saldırıları karşılamakla değil, yönetimi ele geçirmekle sağlanacağının farkına varmıştı. Özgürlükçü bir yaşam kurmak için güneye hareket etti ve kısa bir savaş sonunda Thurium şehrini aldı. Bu şehri merkez yaparak kendi yasalarını uygulamaya başladı. Altın ve gümüş biriktirmeyi, yüksek fiyata mal satmayı yasaklayan anlayışın toplum yararına yaptığı düzenlemeler kısa zamanda eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşamın olanaklarını sağlamış, bu gelişmeler Roma ve onun arkasındaki güçlü toprak sahiplerini rahatsız etmeye yetmişti. Spartaküsçülerin giderek çoğalması ile kendi egemenliklerini kaybedeceklerini anlayan Roma egemenleri diğer ülkelerin de desteğini alarak güçlü bir orduyla tekrar bir saldırı başlattılar. Son iki büyük savaştan sonra kumandanların arasında çıkan anlaşmazlıkların da etkisiyle M.Ö 71 yılında Spartaküs ve ordusu yenilgiye uğradı. Bu yenilgi ile birlikte Spartaküsçüler kölelikten kurtulmak uğruna yaptıkları büyük savaşımın son perdesini oynadılar. Spartaküs de dahil olmak üzere birçok özgürlükçü, savaşta öldü; geride kalanlar ise çarmıha gerilerek katledildi.

Spartaküs hareketinin bugün için anlamı nedir?

Spartaküs hareketi M.Ö 70'li yıllarda, insan emeğinin vahşi sömürüsü üzerine kurulmuş Roma'yı, derinden sarsarak, dünya üzerinde devrimci tarihsel birikimin ilk basamaklarından birini oluşturdu. Hareket, ortaya çıktığı dönemde varolan koşulların zorunlu sonucu olarak, Şeyh Bedreddin ayaklanması ile aynı akıbete uğradı. Çünkü, Spartaküsçülerin perspektifini oluşturan sınıfsız özgür bir yaşamın kurulmasının olanakları henüz ortaya çıkmış değildi. Tarihsel olarak, köleci toplumun yerine kurulacak olan yeni toplum sömürüsüz özgür bir üretime dayanan, sınıfsız bir toplum değil, serflerin sömürüsüne dayanan feodal toplum olacak; sınıfsız, sömürüsüz bir toplum kurmaya yönelik ilk siyasal iktidara sahip olma deneyimi ise 1871 Fransa'sında Paris Komünüyle ortaya çıkacaktı. Yine de Thurium şehrinde ortaya konan yönetim anlayışı ve uygulamaları Spartaküs hareketinin sıradan bir isyancı hareket değil, önemli bir birikim ve özgürlükçü felsefeye sahip bir mücadele birliği olduğunu göstermiş; Spartaküs ve arkadaşlarının mücadelesi, "diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmenin yeğ" tutulmasının ilk örneklerinden birini oluşturmuştur.

Spartaküs'ün özgürlük çağrısı, Şeyh Bedreddin ayaklanmasında, 1871 Paris barikatlarında, 1919'da Almanya'daki Spartakistlerin ayaklanmasında yankısını bulduğu gibi, bir gün sınıfları, sınırları ve sömürüyü ortadan kaldırmak isteyen milyarlarca insanın bilincinde de karşılığını bulacaktır.

Günümüzdeki yankıları ne şekilde devam etmekte Spartaküs'ün?

Howard Fast'ın Spartacus adıyla yazmış olduğu roman, daha sonra aynı isimle sinemaya aktarılmıştır; 'Spartaküs (Spartacus)', (1960)

Aram İlyiç Haçaturyan'ın Spartacus adında bir bale eseri mevcuttur.

Howard Fast'ın Spartacus adıyla yazmış olduğu roman Starz adlı Amerikan dizi ve sinema kanalı tarafından dizi haline dönüştürülmüştür. Spartacus: Blood and Sand', (2010)

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Baba Oluyorum

 
Baba ve çocuklar

Beklemiyor değildim, elbette konuyla ilgili hastane çalışmalarımız sürüyordu. Ama bugün çok daha net, çok daha gerçek bir şekilde ortaya çıktı “baba” olacağım.

Yazarken bile ne kadar garip, ne kadar zor geliyor. Kendim için ilk kez kullandım az önce “baba” sıfatını. (Ve sanıyorum sonradan edinilen sıfatlar içinde en değişmez, en kalıcı olanına sahip oluyorum böylece) Öyle heyecandan koşturmuyorum ortalıkta. Sanıyorum yavaş yavaş algılayacağım. Belki de gözümle görmeden inanmayacakmışım gibi geldiğinden bu sakinlik. Ama için için de biliyorum ki hızla artacak heyecanım, bu günden sonra belki de aklımı en çok oyalayacak şey olacak ve yıllarca da böyle gidecek. Biliyorum ki hayatımızdaki en önemli gelişme, en önemli farklılık en önemli rol bu olacak. Geri dönülmeyecek, geri verilemeyecek, reddedilemeyecek tek sıfatı alacağız üzerimize… İşte bu gerçekten çok heyecan verici. Korkutuyor mu? diye düşününce, en ufak bir korku yok… (Yoksa var mı?)


Çok eminim ki iyi, çok iyi birer anne ve baba olacağımıza. Bu süreç belki, bir çok bilinmezlik ve sabırsızlığı da beraberinde getireceğinden; merakla, belki az endişeyle ama her an birlikte ve bir şekilde atlatılıp sorunsuzca tamamlanacağı inancıyla geçeceğinden heyecanlı olacağı kesin. Baba olma konusunu bir kenara bırak, sadece eşimin anne olma serüvenini bu kadar yakından izlemek fikri bile şu an içimi babacan bir sıcaklıkla kaplıyor ve heyecanlandırıyor beni.

Eşimin her zaman yakınımda olması ne kadar güçlendiriyorsa beni her konuda, anne-baba oluşumuz, üç kişi oluşumuz ve tüm yaşamsal dengelerimizin inanılmaz oranda değişecek olması da heyecan, merak ve istek uyandırıyor bende. Bu dengelerin değişmesi ve hayatlarımızın bambaşka bir hal alması, reddedilemez, değiştirilemez hatta bazı konularda karar verilemez, inisiyatif alınamaz halde değişecek olması korkutmuyor beni. Aksine sabırsızlandırıyor. Bu dönemin çok keyifli, çok değişik, çok heyecanlı geçeceğini (hatta, aylarca, kolay kolay geçmeyeceğini) biliyorum. Biliyorum ki bir kişinin başına gelebilecek “en özel” şeye doğru hızlı adımlar atıyor olacağız. Özveri ve fedakarlık, istemsiz bir şekilde kendimizi ve birbirimizi düşünmeden önce “onu” düşüneceğimiz bir döneme giriyoruz. (Ne değişik bir şey aslında. şu anda ne kadar yabancı…)

Hayatımıza, şimdiye kadar hiç olmamış “belirleyicilik gücüne sahip” biri giriyor. (Hatta girdi bile...)

İçimdekiler şimdiden artmaya başladı ki aslında sadece saatler oldu “öğreneli”. Kim bilir daha ne haller alacak içimdekiler / içimizdekiler.

Kim bilir nasıl olacak dışımızdakiler, dışa yansıyışımız, birbirimize yansıyışımız, yansıtacaklarımız…

Bugünden itibaren doğacak çocuğumuzla ilgili yazılara da yer vereceğim blogumda. Bakalım neler olacak?

Günler çabuk geçsin mi istiyorum? şimdiden :)

10 Mayıs 2011 Salı

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu

80 yıl önce sansürlenen Ata’nın mektubu bulundu...

Araştırmacı-Yazar Atilla Oral’ın yeni çıkan “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu” adlı kitabında Atatürk’ün 80 yıl önce Türk Tarih Kurumu’na yazdığı ve birkaç satırı hariç tam metni bugüne kadar hiç yayınlanmamış 21 sayfalık mektubun orijinali yer alıyor.
 
Atatürk'ün sansürlenen mektubu
Atatürk’ün 80 yıl önce Türk Tarih Kurumu’na yazdığı ve birkaç satırı hariç tam metni bugüne kadar hiç yayınlanmayan mektubu bulundu! Araştırmacı-Yazar Atilla Oral’ın “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu’’ adlı kitabında bu şaşırtıcı gerçeğin detayları ve Atatürk’ün sert bir dille kaleme aldığı 16-17 Ağustos 1931 tarihli 21 sayfalık mektubun tam metni ilk kez yayınlandı. Oral, Atatürk’ün Yalova’dan yazdığı mektubun 80 yıl boyunca gizlendiğini, bazı bölümlerinin tahrif edildiğini söyledi:

“Mektubun sadece birkaç satırı Türk Tarih Kurumu’nca yayınlandı. O satırlar arasında Atatürk’ün ünlü, ‘Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Siz buna razı mısınız?’ cümlesi de yer alıyor. ‘Siz buna razı mısınız?’ cümlesi bile sansürlenip kesildikten sonra Atatürk’ün bu ünlü sözü Türk Tarih Kurumu’nun merkez binasında mermer levhalara kazındı.’’

ATATÜRK ÇOK KIZMIŞ

Oral kitabında mektupla ilgili şu bilgileri veriyor: “(...) Konu ders kitaplarının hazırlanması ile ilgili. Atatürk tarih yazımı için ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni görevlendiriyor. Cemiyet, liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başlıyor. ‘İslam Tarihi’ ve ‘Türklerin İslam’daki Yeri’ ile ilgili bölümü ise Mısır’daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri hazırlıyor. Atatürk, Arap milliyetçiliğini ön planda tutan bu bölümlere itiraz ediyor, bazı düzeltmelerin yapılmasını istiyor. Ancak düzeltmeler istediği gibi yapılmayınca adeta ateş püskürüyor.”

MEKTUPTA NELER YAZIYORDU?

“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar (...) Bir hırka ve bir hurma hikâyesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır. Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz Türkler çok kahraman evlatlar (...) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede güç ve hâkimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir.’’

'NOTLARI DÜZELTİRKEN...'

“Teyfik Beyefendi! (Dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu) Zakir Kadiri’nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara dikkat buyurunuz. Sonradan uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa hiçbir eser meydana getirememek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak, Mısır’ın Camii Ezher’i mezunlarına inanmaktan daha iyidir.’’

ÇÖPTEN ÇIKTI

Oral, mektubun bulunuş hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Beyoğlu Hazzopulo Pasajı’nda düzenlenen kitap ve fotoğraf müzayedelerinin birinde Türk Tarih Kurumu eski Genel Sekreteri Uluğ İğdemir’e ait çeşitli belgeler satışa çıktı. Bu belgeler içinde Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyaları da vardı. Belgeleri satın aldım. Dokümanları müzayedeye getiren sahaf arkadaşım belgelerin çöpten çıktığını söyledi.’’

ZAKİR KADİRİ KİMDİR?

Aslen Türkistanlı olan Zakir Kadiri Ugan 1878 yılında dünyaya geldi. Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde eğitim gördü. Ders kitapları için hazırladığı İslam tarihi ve Türklerin İslam’daki Yeri konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre yazınca Atatürk’ü çileden çıkardı.

3 Nisan 2011 Pazar

Bir Harfle Başlayıp Hayatı İstemek


    Bu düz yazıyı bir zamanlar ömrümüzün kesiştiği bölümünde 6 ayımı beraber geçirdiğim Erzurumlu Mesut kardeşime adıyorum. Yaşadığımız zorlu ama öğretici günlerin hatırına yazılmıştır...

    Her zaman olmasa da: yeri geldiğinde insanları kırabilecek kadar "dürüst" olmalısınız. Çünkü; asıl o zaman gerçek dostları kazanıp -sepetteki sağlam elmaları çürüklerin içerisinden ayıklamaya başlarsınız: Ya da en kötü ihtimalle [bir dostu-bir gerçeği söylemek uğruna] kaybedersiniz. Hayat bu riski almaya değer. Çünkü; kaybedeceklerimizin yanında kazanacağımız şeylerin sayısı çok daha fazla...


Alfabe
    Kocaeli'nin Gebze ilçesine bağlı Çayırova beldesinde zorunlu sebeplerden dolayı inşaatta çalışırken Erzurum"lu bir arkadaşla tanışmıştım. Adı Mesut'tu. Saf, iyi niyetli, bir köylü çocuğuydu. Güçlü, kuvvetliydi. Tek eksiği okumamış olmasıydı. 5 yıldır çalıştığı şantiyede onunla aynı zamanda işe başlayanlar kalfa sınıfına ayrılmışken o hala inşaat işlerinde ömür törpülüyordu. Kendisine verilen işleri özverili ve gayet iyi şekilde yapıyordu. Usta başları her zaman sırtını sıvazlayıp zor ve ağır işleri sözde iş bölümünü göre ona veriyorlardı. O da sesini çıkarmadan verilen işleri -gık demeden hallediyordu genelde. Ne iş verilse en büyük görev verilmişçesine itinayla yapıyordu.

    Fakat Mesut'u diğerlerinden ayıran bir gerçek vardı. O da yöneticilik vasfını -yani insanları yönetme sanatını öğrenememiş olmasıydı. Köylü olmanın -şehirdeki insanlarla aynı vasfa sahip değilmiş gibi davranılmasına ve -bir alt sınıftan olmasından dolayı hak ettiği yere bir türlü gelememişti.

    Çalıştığımız günlerden bir akşamüstü yemek yapma sırası bendeyken; Mesut'a veresiye defterine aldığımız malzemelerle ilgili bir şeyler sordum. Bakkala yazdırıyorduk o zamanlar her şeyi. Ay başlarındaysa ben ya da Mesut gidip kapatıyorduk hesabı. Bakkalcının tuttuğu veresiye defterinin yanında -birde bizim küçük not defterimiz vardı. Herkesin tahmin edeceği gibi bakkalcının kelek atmasını önlemek için.

    Mesut'a bakkaldan aldığımız ekmeğin, tuzun, makarnanın ve 1 kilo pilavlık pirinci not defterine yazıp yazmadığını sordum. Eğer eklememişse unutmadan veresiye defterine eklemesini söyledim. Mesut önce cevap vermedi. Elinde olmayan bir şeyi yanlış yapmış küçük bir çocuk gibi sustu bir süre. Sonra oturduğu yerden "Benim hesabım kuvvetli. Yalnız, okumam yazmam pek yok. Paraları da üzerlerindeki şekillerden ve renklerinden ayırt ediyorum" dedi biraz utanarak ve sıkılarak.


İnşaatta kalıp çakan bir işçi
    

    Bende böyle deyince konuyu değiştirerek üzerine gitmedim. Üstelemedim. Aldım yazdım bakkaldan aldığımız malzemeleri deftere. Arkasından iki kalas üstüne serdiğimiz gazete eşliğinde yedik yemeğimizi. Bulaşıkları yıkayıp, ranzalara geçince günlük işlerden konuştuk. Muhabbetimizi ettiğimiz konuların hepsi günlük işler ve ortak sıkıntılarımızdı. Genelde sorunlarımız; maaşların azlığı, sigorta primlerimizin zamanında yatırılmamasıydı.

    En kötüsüyse bizimde başımıza da gelebilecek bir iş kazasıydı. Çalıştığımız inşaatın karşısında bir inşaat işçisi asansör boşluğuna düşüp ölmüştü. Herkesin dilindeydi bu olay. Cinayet diyende oldu. Kader diyende. Çünkü; inşaatta böyle şeyler çok normal karşılanıyordu.

    Sonunda iş kazası bilirkişinin düzenlediği raporla kesinleşti. İşçi arkadaşımızın ölüm nedeni tamamen kendi hatasından kaynaklandığı anlaşıldı. Hayatın hatasındaysa ölen işçinin geride bıraktığı dul eşi ve çocuklarıydı.

    Bunları konuşurken uygun bir anı kollayarak muhabbet arasında "Erzurumlu istersen sana okuma yazma öğretebilirim" dedim. Başta istemedi. Çekindi. "Boşver, zaten bütün gün çimento taşımaktan belin ağrıyordur. Birde benimle mi? uğraşacaksın!" demek istedi. Cümleye tamamlamasına izin vermeden araya girip "Benim için sorun olmaz. Yeter ki: sen okuma yazma öğrenmek iste" diyerek üsteleyince; sonunda kabul etmek zorunda kaldı.

    Ertesi gün bakkaldan veresiye defterine yazdırarak aldığımız 3 ortalı çizgili küçük bir defterle başladık derslere. Alfabenin A'sından Z'sine tek tek, yanında sayıları da yad ederek ortalama 50 gün içinde hecelere geçtik. A ile B yan yana gelince AB şeklinde heceleyerek yol almaya devam ettik. Mesut'ta arada boş durmadı. Defterine en az bir harfi 2 sayfa yazarak çalıştığı heceleri belli bir zaman içinde şeklini de kuma, toprağa çizerek -geceleri hecelerden birer birer kelimeleri vagonlar misali birbirine birleştirerek kelimelere dönüştürme gayretini gösterdi. İkinci ayın sonuna doğru yavaş yavaş sökmeye başladı okumayı. Şantiye şefine durumu anlatınca yerleşim merkezine uzak olan inşaat alanına bir dahaki gelişinde oğlunun bir kitabını Mesut'a getireceği sözünü verdi bana. Mesut'a ilk kitabını Şantiye şefi Murat Bey'den aybaşından maaşı ile birlikte aldı. Hem de paketlenmiş mavi bir kağıdın içinde.

Modern zamanlar ve saatler


    Mesut"un ilk kitabı: John Steinbeck"in Fareler ve İnsanları oldu. Hatta kitabı eline alıp kitabın ismini okuduğunda; "Burada yeterince tarla faresi var. Birde farelerin özel hayatlarını mı? okuyacağım dostum" demişti bana. Bende bu farklı. 'Okuyunca anlarsın Erzurumlu.' demiştim kendisine.

    Fareler ve İnsanlar'ı okuyarak başladı hayata Mesut. Kitap bitince veresiye defterini elden geçirdi. Okudu ve tam hesabını yaptı bütün aldığımız malzemelerin. Hesapladı kafa matematiğiyle. Hatta alay bile etti bakkal Hüseyin Amca'nın el yazısıyla. Son maaş günü vedalaştık. O Erzurum'a ailesinin ve nişanlısının yanına döndü. Bense okul sınavlarımı verip en kısa zamanda mezun olma telaşına düştüm.

    Yıllar geçti aradan. Bir iş için gittiğim Kadıköy'de Erzurumlu Mesut kardeşimi yanında bir bayanla gördüm. Tanıştırdı. Eşiymiş yanındaki hanım. Evlenmiş bizim kalfa. Bir kızı olmuş. İstanbul'a yeni bir iş görüşmesi için gelmiş. Bu sefer niyeti ailesini yanına aldırmakmış. Onun için uğraşıyormuş buralarda. Ayrılırken bana teşekkür etti. Bana hayatta bir insanın bir insana verebileceği en güzel şeyi hediye ettiğimi. O hediyenin de okuma-yazma olduğunu söyledi. Şimdiyse bir şirketten teklif aldığını. Şantiye şefi olarak proje çizimlerini ustalara anlatıp, onları yönlendirip beraber insanlara ev yapacaklarını söyledi. Hayatımda üniversiteden mezun olduğumda kürsüde diploma alırken bile bu kadar bambaşka duygular hissetmemiştim. Kucaklaşarak vedalaştık Erzurumlu Mesut kardeşimle. Ve eşiyle otobüse binip uzaklaştılar asfaltlı eskimiş İstanbul'un çukurlu yollarında; o gün sıcak bir yaz akşamı hatırası olarak kaldı bende...


Ev projesi ve çizimi
Dipnot:

Modernleşen dünya da; insanların birbirlerine bakışları bile değişirken; eğitimin neden? bu kadar gerekli ve değerli olduğunu bir kez daha kavradım. Eğer insan kendisine bir atlama tahtası arıyorsa hayat okulunda; elverişli merdivenler eğitim ve onun kurumlarından geçiyor. İster yurt içi, isterse yurt dışında olsun eğitim. İnsanda sosyal bir uyanışa itiyor. Kaderinin tekdüze yolunda gerçeğini insanların ellerine almasına bir şans veriyor. Bir millet olarak bunun hala farkında değiliz. Maalesef durumumuz bu hal içinde... Düzelmesini temenni etmek için bu hatırımı sizinle paylaştım.  

23 Mart 2011 Çarşamba

2011 Blog Ödülleri

 

Bloglarımız artık güncel hayatımızda çok önemli bir yer tutuyor. Mutluluğumuzu, heyecanlarımızı, yaşadığımızı iyi ya da kötü şeyleri, düşüncelerimizi dünya ile paylaştığımız bir mecra haline geldi. Ve bloglar kendi kabuklarından çıkarak görücüye çıkmaya başladı blog ödülleri sayesinde.

Blog Ödülleri 2011
2008 yılından bu yana blog yazarlarının bütün yıl boyunca oluşturdukları dizayn ve kişisel yazıları ile birlikte yarışa girmekteler. Halk oylaması neticesinde en yüksek puanı alan blog yazarına birinciliği getirerek onu onurlandırıyor. Bütün blog yazarlarının hayali birinci olmak. İkincilik ve üçüncülükte iyi bir derece.

Bende 2011 itibari ile blog ödüllerine blogumla adayım. Blogumu takip eden dostlardan oylarını bekliyorum :) Bugün itibari ile 43 gün kaldı blog yarışmasına katılmama. Herkese başarılar diliyorum. Kıyasıya bir yarış olacak ve hak eden ödülü kazanacak.

Blog ödüllerinin 4.yılında yarışmaya katılmayı düşünen arkadaşlar http://www.blogodulleri.com/ adresinden gerekli şartları okuyup yarışmaya başvurusunu yapabilir.

2011 Blog Ödülleri'nde: Aile, Haber Gündem, Hobi, İş Dünyası, Kadın, Kişisel, Kültür - Sanat, Moda, Otomobil, Reklam Pazarlama, Oyun ve Eğlence, Gezi, Spor, Teknoloji, Topluluk, Yemek, Windows Live Spaces kategorilerinde ödüller sahiplerini bulacak.

Katılacak olan yazar arkadaşlara başarılar diliyorum. Saygılar...

27 Şubat 2011 Pazar

Acı Tatlı Bir Hikaye: İncir Reçeli

İncir Reçeli

İzlediğim filmler içerisinde konu olarak iyi seçilmiş ama sinemaya tam olarak istenilen düzeyde aktarılamamış bir film İncir Reçeli. Emek veren oyuncular, senarist ve yönetmen gereken özeni gösterdiğine eminim.  Tam istediğim düzeyde değildi film benim için. Bu benim şahsi ve izleyici yorumum.

Filmin Hikayesi ise izlemeyenler için aktarmakta fayda var. Kısaca şöyle: Metin 30’lu yaşlarında hayatını TV’lere skeç yazarak kazanan bir adamdır. Yazdığı senaryoları reddedilen bir gün gittiği barda, hayatını tümüyle değiştiren Duygu’yla tanışır. Duygu ve Metin bir masala başlarlar ama sonu başından belli bir masaldır bu.

Filmin başlangıcı klasikti. Ortalarına doğru açıldı. Sarmaya başladı. Filmin sonunda birkaç soru işareti bıraktı bende.

Mesela ilk sorum: Adamla kadın arasında geçen diyaloglarda "sevişmek yok" derken neden korunma yöntemlerinden bahsedilmiyor.

İkinci sorumsa şu: Adam kızın babasını erkek arkadaşı sanıyor. Gerçekleri adamdan öğrenemiyor. Adamı neden öldürmüyor orada. Ya da farklı bir şeyler yok senaryoda. Adamı ölüme bırakması ve kızla ayrılması da çok ilintili değildi. 

Netice de hafta sonu için izlenebilir İncir Reçeli. Tavsiye ediyorum. Dediğim gibi hikaye fena değil. Eksikleri var bana göre filmin. Kıyaslama yapmam gerekirse Issız Adamın basit konusuna ve sıradanlığına göre gayet iyi İncir Reçeli. Şöyle de bir gerçek var ki: ortada verilmiş bir emek ve çaba var. İzledikten sonra pişman olmayacağınız bir film ve yerli sinema için fena sayılmaz. Hatta iyi bile denilebilir.

Şu ara izleyecek film arayanlara tavsiyem: İncir Reçeli...

17 Şubat 2011 Perşembe

Adalet Sistemine Güveniyor Muyuz?

Yaklaşık 5 ay önce oylamaya koyduğum anket sonuçlarını bugün itibariyle kamuoyu ile paylaşıyorum. Adalet sistemine güveniyor musunuz? diye sormuştum vatandaşlara. 88 kişinin verdiği oylar neticesinde sonuçlar ortada. Yorum sizin...


Evet                        -  %3      (3 kişi)
Hayır                      - %92     (81 kişi)
Kararsız                  -   %5      (5 kişi)

9 Ocak 2011 Pazar

81 İlde - 81 Orman Projesi

Türkiye İş Bankası’nın sosyal sorumluluk çalışmaları kapsamında başlattığı “81 İlde 81 Orman” projesi, TEMA ile Çevre ve Orman Bakanlığı’nın işbirliğinde gerçekleştiriliyor. 2008 yılsonunda başlayan ve bir ağaçlandırma seferberliğine dönüşen proje kapsamında, İş Bankası’nın katkılarıyla beş yıl içinde, üç bin futbol sahası büyüklüğünde (yaklaşık 1.500 hektarlık) alana iki milyonu aşkın fidan dikilmiş olacak. İş Bankası, dikilen fidanların, dikim tarihinden itibaren beş yıl boyunca bakımını da üstleniyor.

“Dünya ekolojik krizin eşiğinde, uygarlık tehlikede...” 

İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, fidan dikim töreninde yaptığı konuşmada tüm dünyanın ekonomik krizlerin ve savaşların perdelediği büyük bir ekolojik krizin eşiğinde bulunduğunu, doğanın sürekli yeni uyarılar verdiği kritik bir çağda yaşadığımızı belirtti. İş Bankası’nın küresel iklim değişimiyle ortaya çıkan doğanın uyarılarını dikkate aldığını ifade eden Özince, şunları söyledi:


“Ülkemizde ve dünyada birbiri ardına yaşanan afetleri kaygıyla izliyoruz. Doğal felaketler bilim kurgu senaryoları olmaktan çıkmış görünüyor. Bilimsel kuruluşların hazırladığı raporlar gezegenimiz için geri dönülemez aşamaya gelmek üzere olduğumuzu gösteriyor.

Dünya insanları olarak elbirliğiyle ortak aklı harekete geçirip önlem almazsak uygarlığımız ekolojik felaketlerle sona erebilir görünüyor. İklim değişikliğinin ve sellerin önemli nedenlerinden birinin ormansızlaşma olduğu biliniyor. İstatistikler sadece 2009 yılında ülkemizde 1.652 orman yangını meydana geldiğini ve 4.500 hektardan fazla orman alanının yok olduğunu ya da zarar gördüğünü göstermektedir.

TEMA Vakfı ile Çevre ve Orman Bakanlığımızın işbirliğiyle başlattığımız, bugün bizleri Edirne’de buluşturan “81 İlde 81 Orman” projesiyle beş yıl boyunca, Türkiye’nin 81 ilinde ağaçlandırma faaliyetleri yaparak orman alanlarını genişletmeyi ve daha önemlisi ülkemizde çevre bilincinin güçlenmesine katkıda bulunmayı hedefliyoruz.”

Neden “81 İlde 81 Orman”?
Dünya ormanlarının yaklaşık yarısının yok edildiği, kaçak kesimler ve orman yangınları sonucu yaşanan ormansızlaşmanın küresel ısınmadaki payının yüzde 17’ye ulaştığı biliniyor. Bu durum ormansızlaşmayı sera gazlarından sonra en önemli ikinci çevresel sorun haline getiriyor. Araştırmalar ormanlardaki azalmanın, küresel ısınmanın yanı sıra çölleşme, erozyon, tarım alanlarının yok olması ve kuraklık gibi afetlerin oluşmasında en önemli rollerden birini üstlendiğini gösteriyor.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Kuzey Akdeniz bölgesinde ise yağışlar değişken, kuraklık olayları sık, toprak hassas; üstelik bölgede erozyona eğimli dik yamaçlar ve dağlık alanlar bulunuyor. Bu özel koşullar, çıkan sık yangınlar nedeniyle geniş orman örtüsü kaybına yol açıyor. Orman yangınları ile ilgili sayısal değerler incelendiğinde, ülkemizde orman yangınlarının özellikle son yıllarda arttığı ve yanan orman alanlarının hızla genişlediği görülüyor. Bu çerçevede, ülkemizde doğal varlıkların ve çevre sağlığının korunması ve ağaçlandırmanın önemi hakkında kamuoyunda bir “farkındalık” yaratmak, giderek aciliyet kazanıyor.

2008 yılı sonu itibarıyla Bankamızın yılbaşı armağanları fonlarının bir sosyal sorumluluk projesine aktarılmasına karar verilmiş, bu çerçevede, TEMA Vakfı’nın Çevre ve Orman Bakanlığı Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü (AGM) işbirliği ile “81 İlde 81 Orman” projesi hayata geçirilmiştir.

Proje kapsamında;
2008 yılında, Adana, Amasya, Balıkesir, Bursa, Denizli, Gaziantep, Isparta, İzmir, Kahramanmaraş, Kilis, Manisa, Kahramanmaraş, Ardahan, Mardin, Mersin, Sivas ve Uşak olmak üzere 15 ilimizdeki fidan dikimleri tamamlanmıştır.

2009 yılında ise, Afyon, Ankara, Antalya, Ardahan, Çanakkale, Çorum, Düzce, Edirne, Erzincan, Eskişehir, İstanbul, Kastamonu, Kayseri, Kırşehir, Kütahya, Sakarya ve Yozgat olmak üzere 17 ilimiz daha ağaçlandırılmıştır. Böylece 2009 yılında proje kapsamında ağaçlandırılan il sayısı 32’ye ulaşmıştır.
Edirne, Kastamonu, Hatay, Iğdır, Kütahya, Antalya, İstanbul dikim töreni yapılan yerler arasında.
2010 yılında ise Burdur, Hatay, Iğdır, Kars, Nevşehir illerinde fidan dikimleri tamamlanmış olup; Adıyaman, Aydın, Bilecik, , Diyarbakır, Karaman, Muğla, Şanlıurfa, Samsun, Zonguldak, Kocaeli, Yalova, Rize illerinde fidan dikim çalışmaları yapılacaktır. Böylece projenin 3. yılı olan 2010 yılında toplam 49 ilde İş Bankası Ormanı oluşturulacaktır.

“81 İlde 81 Orman” projesi ile 5 yılda 1.470 hektar alana, 2 milyonu aşkın fidan dikilmesi planlanmaktadır.