3 Kasım 2023 Cuma

Çözümsüzlüğün Çözüm Olarak Betimlenmesi

Herodot:

Barışta oğullar babalarını gömer; 

savaşta ise babalar oğullarını gömer. 

Fotoğraflarla  I. ve II. Dünya Savaşları

I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında uzun bir süre —özellikle ABD'de 1929 Büyük Buhran ile artık insanlık başlarındaki kral, padişah, çar vesairenin diğer ülke ile kurdukları güç dengeleri üzerinden değil de fosil yakıtların elde tutulabilmesi için bölgesel lokal savaşlara sahne olmuştur. (John Steinbeck'in, Gazap Üzümleri eseri Amerika'da yaşanan bu krizin halkın yaşadığı acılara gerçekçi bir kesit sunmaktadır. Romanın son sahnesinde Rose bebeğini daha güzel bir dünya da büyütmek isterken ölmek üzere olan yaşlı bir adama memesinden süt vermeye çalışarak onu yaşatmaya çalışmaktadır.)

Esaslı konuya girmeden önce devletlerin yönetim şekillerini hatırlamakta fayda var: "Monarşi, demokrasi, aristokrasi, timokrasi, oligarşi, teokrasi ve tiranlık...." Günümüzde cumhuriyetle bile yönetilen devletler yüzölçümleri büyüdüğünde -bu yönetim şekli işlevini yitirmeye başlamaktadır. Şehir boyutundaki devletlerde cumhuriyet iyi bir yönetim biçimidir. Ancak bakınız; Roma Cumhuriyeti (M.Ö.509 - M.Ö.27) bile sonunda krallık yoluyla başladığı yolunu imparatorluğa evirerek sonunu hazırlamıştır. Tarih yıkılmış imparatorluklar ile doludur. Devletlerde aynı insanlar gibi önce doğup, sonra büyüyüp ardından ölmektedirler. 

Osmanlı İmparatorluğu, tarihsel süreçte özellikle genişleme döneminde birçok kıtaya yayılarak hüküm sürmüş, ancak 18.yüzyıldan itibaren çağının gereklerini yakalamayarak dağılma sürecine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu dağılma dönemine, Rus İmparatorluğu ile Yaş Antlaşması'nın 1792 tarihinde imzaladıktan sonra girmiş, saltanatın kaldırılarak devletin lağvedildiği 1922 tarihinde kadar sürmüştür. Kurtuluş Savaşı ile Anadolu toprakları kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti kurulabilmiştir. 

1683 senesi itibariyle Osmanlı İmparatorluğu haritası

Peki, günümüz dünyasında "Cumhuriyet nedir, ne değildir?"

 Ülkemiz açısından ele alırsak, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra elzem olarak yönetim şeklinin "Cumhuriyet" olması kaçınılmazdır. Atatürk ve silah arkadaşları kendi dönemleri içerisinde -başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere (bu arada bu yeni yönetim şekline şiddetli şekilde muhalif olanlarda vardı.) buna rağmen yönetim biçimi dönemi içinde doğru ve gerektiği şekilde "Cumhuriyet" olmuştur. Atatürk döneminde birçok isyanla da baş edilmiştir. 

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Paşa ile birlikte

Başlıca önemli isyanları kronolojik olarak saymamız ve hatırlamamız gerekirse; Nasturi İsyanı (7-28 Eylül 1924), Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat-31 Mayıs 1925), Şemdinli İsyanı (25 Haziran 1925, Haziran 1926), Raçkotan ve Raman İsyanları (7-12 Ağustos 1925), Eruhlu Yakup Ağa ve Oğulları İsyanı ve Pervari İsyanı (1926), Koçuşağı İsyanı (7 Ekim-30 Kasım 1926), Hakkari İsyanı (6 Ekim 1926-Mart 1927), Sason İsyanları (1925-1937), Mutki İsyanı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927) ve Ağrı İsyanları (1926-1930), Oramar İsyanı (6 Temmuz-10 Ekim 1930), Tendürek İsyanı (14-27 Eylül 1929), Savur İsyanı (26 Mayıs-9 Haziran 1930), Asi Resul İsyanı (22 Mayıs-3Ağustos 1929), Bicar İsyanı (12 Ekim-17 Kasım 1927), Batuş İsyanı (20 Mayıs-9 Haziran 1927), Zeylan İsyanı (20 Haziran-18 Eylül 1930) ve Pülümür İsyanı (8 Ekim-14 Kasım 1930).

Ayrıca çoğu insanın hafızasına kazınmış ve en azından ismen bilinen iki olayda olmuştur: Dersim (Tunceli) Olayı (1937-1938) ile Menemen Olayı (23 Aralık 1930).

Dünya da bütün toplumlarda yönetim şeklinin değişmesi her zaman bir takım çevreleri ve güç odaklarını etkilemiştir. Neticesinde; birtakım isyanlar ve olaylar çıkmıştır. Atatürk, kendi dönemi içerisinde kendisine muhalif olanlara rağmen cumhuriyetin gereği olan devrim ve ilkeleri sırasıyla hayata geçirmiştir. Sömürge devletler olan İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya ve diğer Batı-Orta Avrupa ülkeleri sanayi devrimi içerisinde yer alarak parlamenter rejim içerisinde (Roma geleneğinden) gelen birikimle de içselleştirmişlerdir. 

Cumhuriyet, özünde halkın egemen olan otoriteyi kendi seçtiği temsilciyi meclise göndererek yönetime katılmasıdır. Bu şehir devletlerinde iyi bir yönetim biçimidir. Ancak devlet büyüdükçe bu işlevini yitirmeye başlamaktadır. Çoğu ülke kendi geleneksel yapılarının dışında parlamenter rejim içinde bir şekilde kalmaya çalışırken bazı devletler başkanlık sistemine geçmiştir. ABD ve Güney Amerika'da olmak üzere Türkiye ile bazı Orta Asya ülkelerinde tam başkanlık sistemi, Rusya başta olmak üzere, bazı Afrika ülkelerinde ise yarı başkanlık sistemiyle yönetilmektedirler. Parlamenter anayasal monarşi ile yönetilen ülkelerin başında ise; İngiltere bulunmakta olup, Avrupa'nın çoğunluğu parlamenter sistemli cumhuriyetler ile yönetilmektedir.

İşaret etmek istediğim ana nokta şu ki; Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet, kazanımları ile beraber parlamenter sistemle devam etmeliydi. Partilerin tabandaki her görüşü meclis içerisinde muhafaza ettiği bir yapıya kavuşması gerekirdi. Sandık demokrasisinin bir cilvesi de toplumun bütün katmanlarının görüşünü potasında eritecek güce sahip olamamasıdır. Hitler'de Almanya'nın başına seçim yoluyla gelmiş ancak sonunda bir diktatör olarak çıkarak 2 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Demokrasilerde partileri denetleyecek, eleştirecek iç mekanizmalar en az onu yöneten kadar önemlidir. Kurumsallaşmış ve kökleşmiş devletin iç organları ve muhalefetin etkin bir şekilde iktidarı yapıcı şekilde eleştirmesi.

Tarihsel açıdan günümüze baktığımızda; 1517-1917 arasında Orta Doğu topraklarının bir kısmı ve Kuzey Afrika'nın önemli bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu'nda dört yüzyıl boyunca kalmıştır. Bugün Ortadoğu'da savaşlar hiç bitmemektedir. Din savaşlarının temel sebebi; Orta Doğu'da fosil yakıtların ve doğal gaz rezervlerinin o bölge de bulunmasıdır. 

İsrail'in Filistin'i tarihsel olarak nasıl işgal ettiğine dair harita

Filistin topraklarında Arap-Müslüman bir devlet yerine başka bir dinin mensubu olan insanların ülkesi olsaydı yine de bu savaşlar yaşanır mıydı?

 Burada temel savaş nedeni hep din savaşı olarak gösterilmekte, Kudüs ve El-Aksa başta olmak üzere Müslüman-Hıristiyan savaşı verildiği kamuoyuna lanse edilerek, terör örgütleri bu bölgeye sokulmaktadır. Terör örgütleri devletlerin desteği almadan varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Çok kısa bir süre önce Amerika, Afganistan'ı A'sından Z'sine ne varsa ülke de Taliban'a anahtar teslim verdi. Askeri açıdan bakmamız gerekirse içinde tankıyla, tüfeğiyle, mühimmatıyla beraber. Ve orada yaşayan milyonlarca insanı kendi kaderine terk etti. 

Neden peki bunu yaptı, ABD?

Hem kendi askeri gücünü orada heba etmemek, hem de ilerideki stratejik hamleleri için bir güç yaratmak için... ABD ileride gireceği bir savaşta Afganistan'ın insan kaynaklarından da faydalanarak orada kendine Taliban yoluyla bir ordu meydana getirmiş oldu. Gerektiği zaman gerektiği şekilde kullanacağı kanaatindeyim.

Üçüncü Dünya Savaşı ne zaman çıkacak, diye soranlara cevaben; içindeyiz, zaten. Rusya-Ukrayna Savaşı olsun, Filistin-İsrail Çatışmaları, Lübnan cephesinin açılması.... Artık eskisi gibi bir Dünya Savaşı çıkacağını düşünmüyorum. Böyle lokal şekilde bölgesel ve yayılan savaşlar bu çağın kaderi...

Tarihsel okumayı iyi yaptığımızı düşünmüyorum. Ve çözümsüzlüğün çözüm olarak algılatılması sorunuyla karşı karşıyayız. Ve bu hususla ilgili İtalya'nın iktidar filozofu olarak anılan Machiavelli'nin şu sözleri beni düşündürüyor:

Niccolò Machiavelli'nin yağlı boya bir portresi 
Niccolò Machiavelli, Prens adlı eserinde "V, Fethedilmeden Önce Kendi Yasaları Uyarınca Yaşayan Kentleri ya da Prenslikleri Nasıl Yönetmek Gerektiği" bölümünde: "Özgür yaşamaya alışmış bir kenti kim ki ele geçirir de yıkmaz ise onun tarafından yıkılmayı beklemelidir; çünkü bir başkaldırıda, özgürlük adı ve ayrıca ne geçen zamanın uzunluğunun ne de yapılan hiçbir iyiliğin belleklerden silemediği eski görenekler ona sığınak olur. Ne yaparsan yap, neye girişirsen giriş, eğer o kentin yerlilerini sürmekte, dağıtmakta duraksarsan, asla, ne bu adı ne de bu alışkanlıklarını unutmazlar ve en küçük bir fırsatta bunlara sarılırlar." der. (Kaynakça: Prens. Çeviren: Nazım Güvenç. İstanbul: 1993, Anahtar Kitaplar Yayınevi. s. 57)

Savaşların, vücuda kanserli bir hücre misali dünya coğrafyasına daha fazla yayılmadan bitmesi için devletleri yönetenlerden ziyade belirli güç odaklarının kontrol altında tutulması gerektiğini unutmamız gerekir. İnsanlık ancak veba kökü kurutulduğunda sağlıklı günlere kavuşabilir.

8 Ekim 2023 Pazar

Resim Sevinci (The Joy of Painting)

Resim Sevinci (The Joy of Painting) adlı programı ve Bob Ross

Çocukluğunu 80'ler ve 90'larda geçirenlerin yakından tanıdığı ve bir şekilde anılarında yer alan bir adamdı: Bob Ross. Bonus reklamlarındaki o kabarık saçları, gözlükleri ile eline aldığı fırçasıyla bizi çocukluğumuzda çizdiği kanvas tablolar üzerine çizdiği yağlı boya doğa resimleri ile bir cennetten bir diğerine seyahat ettirirdi.

İşe giderken genelde radyo kanallarında müzik dışında program yapan yapımcıların sohbetlerine kulak veririm. Şimdi hangi radyo kanalıydı, hatırlamıyorum, Bob Ross'un "Joy Of Painting" programından ve hayatının bir filme konu edildiğinden bahsediyordu. Ve hayatına dair başka şeylerden de... 

Mesela o kabarık saçlarını kesmek istediğini, ancak bu haliyle izleyici tarafından sevildiği için kesemediğinden.... O ünlü olduktan sonra bir tablosunun 9.8 milyon dolara alıcı bulduğundan filan bahsediyordu. Bob Ross yine de mütevazi hayatına kaldığı yerden devam ettiğini de anlatıyordu, radyo yayınındaki sunucu. Kedi ve köpeklerine mama alarak onları beslediğini, birçok insana yaptığı resim programı dışında resim yapma sevincini aşıladığından da bahsediyordu. 

Ross, Youtube tekrarı yayınlanan programından bir kare

Ve Ross, daha genç sayılabilecek bir yaşta 52 yaşındayken lenfoma (lenf bezi kanseri) sonucu 4 Temmuz 1995 senesinde aramızdan ayrıldı. Ölümünün ardından "Bob Ross Inc." el değiştirerek Kowalskis'e devrolmuş oldu. Ross, üç kez evlendi. Bu evliliklerinden iki oğlu oldu.

Annette ve Walt Kowalski çiftiyle tanışmasının ardından PBS'te 1983'ten 1994'e kadar yayında kalan Resim Sevinci (The Joy of Painting) programı toplam 30 sezon boyunca sürdü.

Kronolojik olarak hayatına dair birçok şey anlatılabilir, Bob Ross'a dair. Ancak ben yukarıda bahsettiklerim dışında başka şeylerden, birazda kendi hayatıma nasıl yansıdığı yönüyle ilgili bahsetmek istiyorum. 

Ross'u resim yaparken izlemek bir terapi gibiydi ben çocukken. TRT'de yayınlanan programlarını soğuk kış gecelerinde sobanın yanında televizyonda izlerken bambaşka bir evrenin içine sokuyordu, insanı. 

İnsanın, kendi dünyasını sanatla zenginleştirip, tabiatı yağlı boya kanvas toblolara aktararak başka bir düşsel yolculuğa çıkmasının mümkün olduğunu tekrar tekrar anlatıyordu. Her programında dağ, taş, ağaç, göl, kulübeler vs. çizerken, onlarla kurduğu bağı her fırça darbesinde aktarıyordu. 

Ve resimlerini çizerken, "Fırçamızla tuvalimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz... Hata diye bir şey yoktur. Sadece küçük mutlu kazalar vardır... Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır. İşte tam şurada... Belki de çalılıkların arasında sevimli, minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz vanday kahverengi, biraz titan beyazı alalım..." şeklindeki anlatılarıyla insanı, tabiatla buluşturuyordu.

Benim ve milyonların unutamadığı; "Belki şurada küçük mutlu bir ağaç vardır." sözüyle hafızalara kazınmıştır.

Hayatının bir on yıllık kısmının Alaska'da geçtiğini, orada dağlara vuran güneş ışığının kendisine nasıl ilham verdiğini dillendiriyordu. İnsan hiç görmediği dağları, ormanları, gölleri, denizleri, toplamında bütün doğayı orada başka bir perspektif altında düşlerine katarak hayata dair özlemlerini bir nebze dahi olsa giderebiliyordu, Ross'un tablolarında.

Ross'u bir radyo yayına sırasında hatırlamıştım. Ve onunda en azından iki satırda yazmanın o çocukluk günlerime kattığı renk dolayısıyla boynumun borcu olduğunu düşündüm. O güzel insanı yad etmek, arada çizdiğim resimlere beni ittiği için teşekkürü borç biliyorum. Ben çocukken bilhassa pastel boyalarla doğa resimleri çizmeyi seviyordum. Büyüdükten sonra duvarlara başka materyallerle de (en ilginci sanırım boyalarım olmadığında kurşun bir kalem ve kömürle) duvara çizdiğim tarihi bir kişiliğe ait portre idi. Burada da Ross'u anımsamış ve onun birkaç tekniğinden esinlenerek faydalanmıştım. 

Sanırım Tanrı, böylesi iyi insanları arada sıkışarak cehenneme dünyamıza küçük cennetler yaratmak için gönderiyor, diye düşünüyorum bazen. Umarım, aramızdan ayrılarak vardığın karanlık içinde umut seninle olur.

Ve dünyamıza kattığın renkler için sana her zaman borçlu kalacağız. 

Işıklar içinde uyu, Ross...

20 Ağustos 2023 Pazar

Sevmek Zamanı: Time to Love

Kült filmlere olan ilgim dolayısıyla vakit buldukça izlemeye ve paylaşmaya gayret ediyorum. İzlediğim en son filmlerden bir diğeri de 1965 yapımı, siyah-beyaz bir kült Metin Erksan filmi. Dönemi şartlarında değerlendirildiğinde film hikayesiyle kült film olmayı neden hak ettiğini hikayesinin sadeliği ve vuruculuğu ile ortaya koyuyor. 

1965 senesinden Adalar İskelesi'nden filmden bir kare

İstanbul'dan ve bilhassa adaların o dönemdeki dokusuyla ilgili kareleri de yansıtan film, o dönemin insanın yaşantısına da izleyicisine bir panorama sunuyor. Adanın güzelliğinden etkilenmemek elde değil. Hele de kalabalığın ve buna bağlı betonlaşmanın daha olmadığı o günler düşünüldüğünde adaya hayran kalıyor, insan. 

Halil ve Mustafa, Adalar İskelesi'ndeki restoranda

Gösterime girdiği tarihte yapımcısı maliyetleri düşürmek için -o dönem bir filmin ortalama maliyeti 250.000 liraya çekildiği düşünüldüğünde, mütevazi bir film ekibiyle ve siyah-beyaz olarak 35 mm'lik bir film makinesiyle 60.000 liraya bu filmi meydana getirmiş. İzlerken iyi ki de çekmişler, dedirten -Müşfik Kenter ve Sema Özcan'ın başrollerde olduğu muazzam bir film.

Halil, Mustafa'nın yanında Adalar'da boyacılık yaparak ekmek parasını kazanmaktadır. Bir gün Adalar'daki evlerdeki birinden duvarda asılı olan Meral'in portresine denk gelir. Tam bir sene boyunca bu fotoğrafa bakarak hiç tanımadığı bu kadına bir aşk besler. 

Ve Meral, yağmurlu bir gün yanında iki kız arkadaşıyla adaya gelerek, Halil'in fotoğrafı karşısında oturduğu bir anda onu o halde görür. Bunun üzerine tanışmış olurlar ve olaylar aralarında klasik bir aşk hikayesinin dışında başlayarak ilerler. 

Filmdeki en güzel sahnelerden bir tanesi bence bu ilk tanışma sahnesidir. Kısa sorularla birbirini tanımaya çalışırlar. İki yabancı insanın beklenmedik bir anda karşılaşması ve iki dünyanın birbirini tanımasına benzer bu sahne. 

Afişleri ve posterlerinde son zamanlarda bu sahne üzerine bir çok tasarım yapılmaktadır. Burada Halil, Meral'in fotoğrafı karşısında saatlerini geçirmekte ve ona karşı hiç tanımadan bir aşk beslediğini yansıtmaktadır. 

Ve o ilk an... Halil ve Meral'in bir araya geldikleri ve tanıştıkları sahne.

Meral'in, Halil ile karşılaştıktan sonra evinde Ovidius'un 'Sevişme Yolu' kitabını okurken.

Halil, arkadaşı Mustafa ile Adalar'daki başka bir evde efkar dağıttıkları sırada.

Halil, Meral'in kendisine getirerek bıraktığı portresi karşısında.

Halil ve Meral'in ayrılmadan önce yaptıkları konuşma.

Meral kıyıda Halil'i sandalla gelişini beklerken.

Halil ile Meral'in kavuşma sahnesi.

Ve bu kült filmin final sahnesi.

Bu güzel filmde akıllarda kalan en güzel cümle ise Halil'in ağzından çıkar: "Benimle resminin arasına girme, istemiyorum."

13 Ağustos 2023 Pazar

Gerçeklik algısının sorgulandığı günlerden geçmek

Uzunca bir süre bazı şeylerin müspet (olumlu) sonuçlanacağı kanaatini muhafaza eden insanlar zamanla umutlarını yitirebilirler. Bu durum günlerin içinde gerçeklik algısının sorgulandığı bir boyuta dahi ulaşabilir.

Algıların bulunduğunuz konuma göre gerçekliğinin değişmesini anlatan bir karikatür

Camus'un, 1947 senesinde yayınlanan "Veba" adlı eserindeki şu sözleri hatırlıyorum: "Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz." 

Gençlikten itibaren -daha doğrusu şuurun oluştuğu o ilk çocukluk evresinden çıktıktan sonra her bir insan hayata dair birtakım kaygılar duyar. Bunlar beklentilerle de bir açıdan doğru orantılıdır. Yaşadığınız ülkenin şartları, içine doğduğunuz aile, akraba ve toplumun sosyal çevre içerisindeki statüsü, iş hayatınızdaki kariyeriniz ve özel yaşamınızdaki durumların toplamı kişinin bulunduğu noktayı belirler. Tabii birde coğrafya meselesi vardır. Onu da unutmamak gerekir. 

Algımızı etkileyen -son günlerde dışardan içeriye doğru etki eden ama ağırlıklı olarak içeriden dışarıya sonuç veren günlerden geçiyoruz. Memleketin genel durumları içerisinde düşünürsek klasik seçimler sonrası yaşanan ekonomik buhranlar söz konusu. Bazılarımız şunu diyebilir: "Dünya genelinde bir pandemi yaşandı ve çoğu sektör bundan olumsuz şekilde etkilendi..." Bu söyleme katılmamak elde değil ancak tek parametre bu değil, olamaz da.  


Ara ara düşünürken aldığımız eğitimin yeterli olup olmaması, hayata karşı aile-okul arasında gidip gelirken bireyin içine düşeceği gelecekteki şartlara göre hazırlanamamasının da bu gerçeklik algısını derinden etkilendiğini düşünüyorum. 

Eskiden yaklaşık bundan bir yirmi sene evvel geleneksel aile tiplemesi içindeki çoğu insanımız çocuğunun bir meslek sahibi olması için üniversiteyi bir gereklilik olarak görüyordu. Gelinen nokta da ise; üniversitenin artık tek başına kapı açacak bir anahtar olmadığı ortada. 

Peki ne yapmalı günümüz insanı? Ağırlık olarak bir ya da iki maaşla geçinen, ortalama maaş alan, çocuklarını bir meslek sahibi yapmak için ömür boyu didinen, emekliliğinde dahi rahat etmeyeceğini düşünen (az gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerdeki) bu insanlar ne yapmalı? 

Eğitim dışında bilhassa bir dil öğretmenin -özellikle yurtdışına çıkış için gerekli olduğu vurgulanıp duruyor. Ama şu hiçbir zaman insanlara hatırlatılmıyor. Sürekli olarak yüksek maaşlı bir iş bulmak için yurtdışına gitmek için iyi bir üniversite ve dil öğrenmek olduğu söylenip duruyor. Peki insan sadece üretim araçlarının bir parçası olmak için mi var ediliyor? Orta Çağ'daki tabloları var eden gününün dertlerini yansıtan sanatçıları var edecek insanlara gereksinim duyulmuyor mu artık? 

İnsanda maalesef bir otonom araç halini alıyor, yavaş yavaş. Doğaya dönmekten ve orada eski tip üretim yönlerine günümüzün yenilikçi anlayışını da (ekolojik sistemi) tahrip etmeden yeni bir düzen kurmaktan başka çare bırakmıyor. 

Bir duvar sanatçısının yaptığı protest resim çalışması

Sürekli ama sürekli yaşamak için birçok kuralın uygulanması gereken ve insanların bu döngü içinde kendini tükettiği metropoller yaratmaktan başka ne işe yaradı, Sanayi Devrimi. Binlerce yıldır Rönesans ve Reformları bir kenara bırakırsak insana, insanlığını hatırlatacak ne yaptık? Arada ülkelerinin bağrında çölde açan birkaç nadide çiçek gibi büyük edebi ustaları ve sorunları göbekten anlatan sinemacıları da saymazsak. 

Mahvediyoruz. Bütün iyi şeyleri, güzel duyguları katlediyoruz. Beton üstüne beton döküyorlar, şehirlere. Ama çizilip yazılmaktan ve konuşulmaktan öteye geçilmiyor. Ve böyle gerçekten yaşanmıyor. 

Gerçeklik algımızın sorgulandığı günlerden geçiyoruz. Anladığım kadarıyla nefessiz kalana kadar bütün insanlığı boğacaklar, bunlarla. İnsanlar bu kadar kalabalık olmasına rağmen herkes bireysel olarak kendi sonunu ve ailesini düşündüğü için ağzını açıp bir şeyde demiyor, diyemiyor. 

Yaşamamız için üretmemiz gerekiyor. Bu kısmına yönelik bir eleştirim yok. Asıl sorun nasıl ürettiğimiz... Dünyadaki bütün dengeleri bozarak ve her şeyi yaşanmaz hale getirerek bir şey ortaya koymamız sonumuz getiriyor. Ve insanoğlu olarak doyumsuzuz. 

Gerçeklikle -kaotik bir kabusun arasında kalmış gibiyiz. 

Ve algılarımız artık istemsiz olarak bu gerçekliği sorguluyor.

"İçinde yaşamak istediğimiz ve çocuklarımıza bırakacağımız dünya bu mu?!" diyerek...

25 Temmuz 2023 Salı

Turing Testi, ChatGPT ve yarının dünyasında yapay zekâyı anlamak

Alan Mathison Turing, İngiliz kriptolog 
Alan Turing, kritpolog, matematikçi ve bilgisayar bilimcisinin olmasının yanı sıra ölümüyle de dikkat çekmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanların şifrelerini kırarak birçok insanın hayatını kurtararak bir kahraman olmasının yanı sıra Enigma Makinesi ile başka bir dünyanın kapılarını insanoğluna açmıştır. 

Turingin ölümü hala tartışma konusu olup, şüphe ile bakılmaktadır. Hayatı, ABD yapımı 'Enigma' isimli filme konu olmuştur ve beraberinde cinsel yaşamında eşcinsel olduğunu açıklaması günün koşulları altında kendisini sıkıntıya sokmuştur. 

Yapay zekânın bu seviyelere ulaşılabileceğini ve yarının dünyasında insanoğlu için bir tehdit oluşturabileceğini acaba Turing hesap edebilmiş miydi?! Dehaların ne düşündüğünü kim bilebilir. 

Turing testi özünde bir makinenin karmaşık problemlere mantıksal açıdan getirdiği önermelerini insan zekâsına oranla başka ne tip bir yol izledikleri ve problemlere daha hızlı, kesin ve kusursuza yakın nasıl çözümler ürettikleri yönünde 1950'lerden bu yana makineleri anlamamızı sağladı. 

Çağımızda artık çoğu şeylerin otomotlaştığı, makinelerin hayatımızın her yerinde olduğu başka bir dünyanın içindeyiz. ChatGPT testi ise; yapay zekânın geldiği son noktayı anlamamız için bilim adamlarının uyguladıkları başka bir metodik bilgisayar yazılımı diyebiliriz.

—  Paweł Jońca'nın illüstrasyonu — 

Bilim adamları yapay zekâ noktasında; ana hatlar açısından günümüzde ikiye ayrılmış dememiz yanlış olmaz sanırım. Bir kısmı yarının dünyasını yapay zekânın belirleyeceğini ve insanoğluna sayısız faydalarının dokunacağını belirtirken, diğerleri ise; insanoğlunun sonunu getireceğini, dünyayı ve yaşamı başka bir karanlığa hükmedebileceği üzerinde durmaktadırlar. 

Peki bilim adamlarını fikir ayrılığına düşüren ve zıt düşünceleri savunmalarının sebebi ne?

Yapay zekânın hızla gelişen bilişim dünyasında -benzetme yapmamız gerekirse bir okyanus kadar geniş ve yönleri tamamiyle tayin edilmesi şu şartlar altında nereye varacağının belirsiz olması. Çünkü; hali hazırdaki testler yapay zekânın makineleşerek insanoğluna zarar verip vermeyeceği noktasını hesap edememektedir.

İnsan, sonunda kendi yarattığı canavarın esiri mi olacak?

Yoksa makineler filmlerde gördüklerimiz gibi evrimleşerek hem bize benzeyip hem de bizim dışımızda kendilerine ait insan-makine karışımı başka bir tür mü meydana getirecekler?

Soruları çoğaltmak mümkün ancak cevapları kesinkes bulmak şu aşamada zor görünüyor. 

Sophia, kalabalığa konuştuğu sırada, 2017

Yakın gelecekte bilim-kurgu hikayesi ve filmi olan "Black Mirror" filmindeki gibi bir insan-robotsu bir dünyayı mi inşa ediyoruz? ChatGBT kullanarak gelişmiş, en insansı robotu yaparak bir kabusa mı uyanıyoruz yoksa? Hong Kong'lu firma Hanson Robotics, Sophia isimli insansı-robotuyla bu rüya-kabus denklemine bizi ne kadar yaklaştırdı?

Zihne birden çok soru geliyor. Yarının dünyasında insan-robotsu bu makinelerin kendilerine ait bir kimlikleri olacaklar mı? Yoksa evimin mutfağında bulunan çamaşır makinesi, banyomdaki saç kurutma makinemi gibi üzerlerinde bir seri numarası bulunarak işlevsel bir faaliyet mi görecekler sadece?

Halen cevap vermemiz gereken etik, bilimsel, sosyo-ekonomik ve daha da önemlisi (işimizi elimizden alacağı) sorunsalı da sürekli akıllarda olduğu düşünülürse; insan yarattığı bu yeni kavramı hem hacimsel olarak hem olağan hayatın akışın içerisine tam olarak nasıl entegre edecek?

Bir yandan da çocukken çoğumuzun izlediği ve akıllarda yer tutan 'Jetgiller' çizgi filmi aklıma geldi. 'Rosie' öyle sempatik ve ailenin bir parçasıydı ki; ben evimde böylesi bir robotun olmasını çocukken istiyordum. Peki şuan; istiyor muyum? Belirsiz sonuçlarını da düşünerek iyi irdelenmeden bilmediğimiz başka bir olgunun kapılarını açtığımızda olacaklar beni bir insan olarak açıkçası korkutmuyor değil.

Julius Robert Oppenheimer, Albert Einstein ile bir çalışma esnasında

Yapay zekâ, ya bize bambaşka bir dünyanın kapısını aralarsa diye düşünmeden edemiyorum. Turing testi, ChatGPT ve diğer testlerin yapay zekânın sınırlarını anlamak için yaptığımız bazı testler sadece. İnsan tam olarak yaşamadığı bir durumun sonuçlarını çoğu kez tahmin bile edemez. Nagazaki ve Hiroşima'ya atılan atom bombalarını hatırlayın! Atom bombasının babası olarak anılan Julius Robert Oppenheimer bile sonradan nükleere karşı birçok mücadele verdi.

Oppenheimer, bir konuşmasında; "Los Alamos Laboratuvarı ve çalışmaları ve yürekleri onu yapan erkek ve kadınlar için bu parşömeni sizden takdir ve minnetle kabul ediyorum. Umudumuz, önümüzdeki yıllarda parşömene ve onun ifade ettiği her şeye gururla bakabilmemizdir. Bugün bu gurur, derin bir endişeyle yumuşatılmalıdır. Atom bombaları, savaşan bir dünyanın cephaneliklerine veya savaşa hazırlanan ulusların cephaneliklerine yeni silahlar olarak eklenecekse, o zaman insanlığın Los Alamos ve Hiroşima'nın adlarını lanetleyeceği bir zaman gelecektir. Bu dünyanın insanları birleşmeli yoksa yok olacaklar. Dünyanın büyük bir bölümünü kasıp kavuran bu savaş, bu sözleri yazmıştır. Atom bombası onları tüm insanların anlaması için heceledi. Başka insanlar başka zamanlarda, başka savaşlardan, başka silahlardan söz ettiler. Galip gelmediler. İnsanlık tarihiyle ilgili yanlış bir anlayışla yanlış yönlendirilen ve bugün galip gelemeyeceklerini düşünenler var. Buna inanmak bize düşmez. Zihnimizle, ortak tehlike karşısında, hukukta ve insanlıkta birleşmiş bir dünyaya bağlıyız, bağlıyız." demiştir. 

Kabul Konuşması, Kara-Donanma "Mükemmellik" Ödülü (16 Kasım 1945)

Yapay zekânın bize cenneti mi yoksa cehennemi mi getireceğini bugünlerden kim bilebilir? Belki de uzun süreli bir arafta kalışı bekliyoruzdur...

14 Temmuz 2023 Cuma

İnsan İlişkilerinin Doğası Üzerine

Sokrates büstü (Louvre Müzesi, Paris)
İnsanoğlu yapılan incelemelere (genetik araştırmalar ve fosil kayıtlarına) göre günümüzden yaklaşık 65-55 milyon yıl önce Paleosen Dönemde ortaya çıktığı varsayılmaktadır.

Evrim Teorisi'ne göre insanın ataları olan maymunlardan birtakım içgüdüleri aldığı ve bunun geçen süre zarfında soy bağı yoluyla aktarıldığı Charles Darwin'in meşhur eseri Türlerin Kökeni'nde anlatılmaktadır.

İnsan, iki cinsten mütevellit iken; tartışmalı üçüncü bir cinsiyeti de duygusal ve düşünsel bağlarıyla ortaya çıkarmıştır. Son zamanlarda Amerika'da özellikle 15-23 yaş aralığındaki lise - üniversite öğrencilerinin cinsiyet değiştirme ameliyatına olan talebindeki artış (-bilhassa muhafazakar aile başta olmak üzere) kamuoyunda tartışılmaktadır.

İnsan, durum ve koşullara, kurduğu sosyal ve özel ilişkilere, duygu dünyasından tutunda fikriyatının derinliğine kadar birçok alandan müteşekkil bir mahlukattır.

İçine girip çıktığımız birçok ortamın, düşüncenin ve fiziksel veyahut duygusal bağların baskısı altında bir birey olarak kendisini ifade etmeye çalıştığı ortadadır.

Arthur Schopenhauer, başta Aşkın Metafiziği olmak üzere kendi felesefesi üzerinde ölümü, sanatı, ahlakı, cinsiyet bağlamında türün devamı ve insan acılarını derinlemesine ele alır. Ve der ki; özünde bütün bu sosyal ya da özel bağların tümü türün devamı içindir.

Varoluşçu felsefenin öncülerinden ve aynı zamanda teolog olan Søren Aabye Kierkegaard, Hegel'in rasyonel olmasını eleştirirek felsefenin ana konularından olan saçma, korku, kaygı ve insanın ürkütüğü yaşam temelini sarsan konular üzerinde durur. Ve insanın, inancıyla iyi bir insan olarak varoluşunun özünü bulacağına sonucu bağlar.

Lou Salomé, Paul Rée ve Nieztche, 1882.

Sokakta bir atın çektiği eziyeti görerek sessiz kalamayan ve çıldıran Nietzsche ise; Tanrı öldü!, diyerek ironi yoluyla Tanrı'nın sessizliğine bir açıdan isyan eder. Kinik felsefeden tutunda, stoacılara ve bağımsız bir çok düşünürü Tanrı-inanç olgusu ikiye bölmüştür. Varlık-yokluk, iyi-kötü gibi kavramlar her zaman dini terminoloji ve felsefe içerisinde tartışma konusu olmuştur.

Ve temelinde birçok acıyı yaşayan insanı düşündüğümüzde âciz ve korumaya muhtaçtır. Hem iç dünyasının kendisine dayattığı şartlandırmalar altında hem de soy bağından gelen genetik-gelenek ve kültürel mirasın altında bir yandan nefes alırken, diğer yandan ezilir.

Zaman içerisinde kurumsallaşan ve gereğinden fazla bölünmeye yol açan yasalarla insanın başta mülkiyet kavramı olmak üzere çekirdek aile kurmasını sağlayan ikili ilişkisine bile organik olmayan eller, parmaklarını sokar.

İzahı mümkün olması açısından üst paragrafta belirtilen düşüncemi şeffaf ve görünür hale gelmesi için açmam gerekirse; insan görünen ya da görünmeyen sayısız bağın altında bir tutsak hayatı sürmektedir. Afrika steplerinde, Kalahari çölünde veyahut Amazon'da yaşayan bir hayvandan daha özgür değildir. Ve yine aynı insan içinde yaşadığı ekolojik ve ekonomik dengeleri bozarak, toplumun temeli olan aile yapısı başta olmak üzere bireyi bir açmaza sürülmektedir.

Alfa Yayınları, Charles Darwin, Türlerin Kökeni
Bu uzun yazıyı okurken kaybettiğimiz insanların acısından tutunda, ilişkilerin bunca karmaşık durum karşısında çözülerek ailelerin parçalanışa, kişinin iç dünyasının çöküşünden sentetik ilişkilerin samimiyet karşısında uğradığı ziyana kadar birçok şeyi ele almak gerekir. Sokrates, öğrencisi olan Aristoteles ile günümüz koşullarında yaşasaydı, ne derdi acaba? Diogenes, fıçısındaki hayatına devam ederek çağın Büyük İskender'lerine kafa tutmaya devam eder miydi, yine?

Mesele; karmaşık problemleri çözmek ya da buradaki dünyayı mahvederken başka dünyalar arama arayışı hiç değildir. Kökü, basit sorulara mantıklı cevaplar arayıp bulmakta yatmaktadır.

Sonunda; ebevyn ilişkisinde çocuğu metalaştırarak kendine mülk edinmeye çalışanların, Platon'un Devlet'te anlatmasına rağmen mümkün olmayan ve hayalde kalan gerçekçi yöneticilere kadar uzanmaktadır.

Ve insan tek başınadır, bu kuşatılmışlık altında.
Empati kurmamızın yetmediği, çoğumuzun medcezirlerine mantıklı bir açıklama getiremediği ama adına İnsanlık Çağı'dır bu çağın adı.

Ve sen uzaklardan gelerek beni birazda olsa tanıyan ya da hiç tanımayan kişi -asıl mesafe engeller değildir. İnsanın doğasında mümkün-üstü durumları olağan kılan bir cevherdir.

Yine de insan yalnızdır. Hele ki; hiçbir çağda bunca sayıca olmamış kalabalıklar arasında.  Ve insanın okumaktan ve açmazları çözecek düşünceleri aramaktan-uygulamaktan başka yolu yoktur.

Ve çoğu şey temelinde istediğiniz kadar bir mana getirmeye çalışın saçma ve boştur. Bunu çoğu büyük düşünür söyleyerek, kimisi Tanrı'yı inkar etmiş, bazısı da ona sığınmıştır.

İnsanın, omuzlarında bana göre yaşam bir yüktür. Ta ki; sonunda yükü bırakacağını yere kadar.

9 Temmuz 2023 Pazar

Bir Başka Yok Oluşun Kıyısında

Son; önümüzde ölü bir yavru fil gibi uzanıyordu.

Dünya yaklaşık 4,5 milyar yıldır ayakta ve bu süre zarfı içerisinde tam 6 yok oluşa mekan tutarak seyircilik etti. Konunun özüne bilimsel yaklaştıktan sonra birazda insan doğasının kaderi açısından değinmek yerinde olacaktır. Bilim adamları, akademisyen ve doğa üzerine araştırma yapan birçok insan 7. yok oluşun eşiğinde olduğumuzu vurgulamakta. NASA'nın olası dünya senaryolarına göre yaklaşık 1 milyar yıl sonra dünya kendi ömrünü tamamlayacak. Atmosferik açıdan oksijenli bir yaşam için insanoğluna ve diğer canlılar için bu yaşamın sonu demek. 

Yazar ve araştırmacı Orhan Hançerlioğlu'nun, Düşünce Tarihi eserini üstüste iki kez okuduktan sonra yaşamın dünya dışından geldiğini ve (birtakım bilimsel makaleleri de buna dahil ederek) söylüyorum kani olmuş bulunmaktayım. Ve düşünmekteyim: Acaba hangi galaktik düzlemden evrenin bu köşesindeki küçük dünyamıza geldik? Nasıl ulaştık bu yere? Varoluşumuza neler sebebiyet verdi? Olası teoriler bu sorulara birçok mantıklı cevap vermektedir. Burada uzun uzun değinmek yersiz olacağı kanaatinde olduğu için anlatmayacağım. Ancak ömrünü tamamlayan bir yıldızın artığı olduğu üzerinde bilim dünyası durmaktadır. Astreoidler vasıtasıyla dünyaya kadar gelerek burada yaşamı başlattığı varsayılmaktadır. 

Dünyamızdaki kitlesel 6 yokoluşa birazcık değinmekte bazı şeyleri anlamamız açısından önemlidir. Bu sebeple sırasıyla her bir yok oluşa değinmek istiyorum. 

1- Ediyakaran Dönemi Kitlesel Yok Oluşu

2- Ordovisiyan - Silüryan Yok Oluşu

3- Geç Devoniyen Kitlesel Yok Oluşu

4- Permiyen Sonu Kitlesel Yok Oluşu

5- Trias - Jura Kitlesel Yok Oluşu

6- Kratese - Paleojen Yok Oluşu

İlk yok oluş olan Ediyakaran Dönemi Kitlesel yok oluşu üzerine hala tartışmalar sürmektedir. Yaklaşık 550 milyon yıl önce okyanuslarda oksijen açısından bir sıçrama yaşandığı sırada olduğu düşünülmektedir. Bu dönemde canlı türlerinin % 80'nin yok olduğu düşünülmektedir.

 Ordovisyen çağından fosil trilobitler.

İkinci yok oluş, Ordovisiyan - Silüryan yok oluşunda ise; tüm türlerin yaklaşık % 60 - 70 oranında ortadan kalktığı varsayılmaktadır. 443,5 milyon yıl önce bu olayın gerçekleşmesinin ana sebebinin atmosferik karbondioksit seviyesinin aşırı derece düşmesi sebep gösterilmektedir. Ayrıca olası senaryolar açısından gama ışını patlamaları, volkanik patlama v.s. gibi olayların ozon tabakasını etkilediği de tezler içerisindedir. 

Volkanik patlamalar, kitlesel yok oluşlarda atmosferi etkilemektedir.

Üçüncü yok oluş, Geç Devoniyen Kitlesel yok oluşu yaklaşık 375 milyon yıl önce gerçekleşti. Mevcut türlerin % 75'i yok oldu. Küresel soğuma ve okyanuslardaki anoksisin tükenmesi neticesinde olduğu, okyanus ve deniz seviyelerinde oksijenin ortadan kaybolmasıyla düşüş yaşandığı belirtilmektedir. 

Dördüncü yok oluş, Permiyen Sonu Kitlesel yok oluşu ele alındığında 252,28 milyon önce bilinen en büyük kitlesel yok oluş yaşandı ve bu yok oluşun 20.000 yıl sürdüğü hesaplanmaktadır. Canlı türlerinin % 90'ının ortadan kalktığı bu dönemde yok oluşla ilgili bu duruma neyin neden olduğu pek çok düşünce ortaya atılmıştır. Bazaltlar, astreoit çarpması, sera gazı, okyanus tabanlardaki metan salınımı ve çevresel değişimler bu sebeplerin başında gelmektedir.

Beşinci yok oluş, Trias - Jura Kitlesel yok oluşunda yaklaşık 201,3 milyon yıl önce dünyaya en kuvvetli ihtimalin astreoid çarpmasıyla gerçekleştiği, bu yok oluşun 10.000 yıldan daha az sürdüğü, ayrıca astreoid çarpması dışında bazalt seli veyahut volkanik faaliyetlerinde sebebiyet verdiği düşünülmektedir. Bu kitlesel yok oluş sonrasında ekolojik açıdan yeni bir nişe alan açmıştır. Bu dönem sonrasında boşalan popülasyonun yerini bir sonraki Kratese - Paleojen dönemi içerisinde dinozorların almasını sağlamıştır. 

'Tyrannosaurus türü bir dinozorun yeniden canlandırması

Altıncı yok oluş, Kratese - Paleojen yok oluşuna bakıldığında ise; yakın tarihimizden 66 milyon yıl önce olmuştur. Dinozorlar başta olmak üzere bitki türlerinin 3/4'ü ortadan kalkmıştır. Dinozorların yok oluşu bu dönem açısından hala tartışma konusudur. Yine diğer dönemlerde ihtimal dahilinde olan astreoit çarpması, volkanik faaliyetler ve salgın hastalığın bu yok oluşu oluşa getirdiği savlar arasındadır. 

Ve bunca yok oluşun ardından içinde yaşadığımız dünyaya geldiğimizde insanoğlunun yeni bir yok oluşun sebebi ol(duğu)-acağı ortadadır. Her ne kadar dünyamız her kitlesel yok oluşun ardından yeni bir tür ile ekolojik niş alanında başka bir türün yaşamasına sebebiyet verse de bu insanoğlu açısından kritik bir öneme sahiptir.

Genel olarak şu soru akıllara gelebilir: Bu yok oluşlar sırasında azda olsa sağ kalabilen ve diğer popülasyonların kökü olan canlılar nasıl hayatta kalmayı başarmıştır?

Yok oluşlar sırasında genelde toprak altında saklanabilen, atmosferik zehirlenmeden ve okyanuslar içerisinde azda olsa yaşama alanı bulan (ki bazı yok oluş dönemlerinde okyanuslarda hiç yaşam kalmadığı, plankton türü diğer canlılara ana besin kaynağı olan) bu tür ve benzeri canlıların da yok olduğu da düşünülürse kara da hayatta kaldıkları daha olasıdır. 

Kitlesel yok oluşlarda astreoit çarpmaları

İnsan, yaşadığı çağ içerisinde başta plastikler olmak üzere doğayı zehirlemektedir. İklimin çevresel olarak olası akışını bozmaktadır. Son 120.000 yılın en sıcak Temmuz ayını 2023 yılı içerisinde yaşamaktayız. Peki ya sonra olacak? 

Başta buzullar olmak üzere; birçok çevresel ve insan faktörü neticesinde okyanus ve deniz seviyelerinin artışı oksijen düzeyini, buna bağlı olarak atmosferi etkileyeceği bilimsel çalışmalarla kanıtlandı.

Umarım, bir başka kitlesel yok oluşunda tümüyle varlığımız son bulmadan ve bir dönemin içerisinde başka bir canlı türü olarak adımız geçmeden bu çıkmaza bir çözüm üretebiliriz. Evren içerisinde bilinen ve yaşanılası tek dünyayı mahvederek başka bir olası yaşanır yer ayıran tek canlı türüyüz.

Leonardo Da Vinci'nin imzası

Leonardo Da Vinci: "Bir gün hayvanların öldürülmesine de insanların öldürülmesi gibi bakılacak."

Ve sözlerimi tamamlarken Da Vinci'nin bir sözüyle sonlandırmak istedim. Zira başka bir türe yaşam alanı bırakmayan insanoğlu bu şartlar altında birgün kendisini de bir başka yok oluşun kıyısında bulması kaçınılmazdır.