11 Şubat 2021 Perşembe

Öğretmen

Doğu'da bir köy okulu, 1940'lar... (Temsili bir fotoğraf)

O gün yağmur yağıyordu. Diğer sıradan günleri bundan ayıran tek özellik buymuş gibiydi. Sesler geliyordu, tepelerin ardından. Çıkmış, etrafı geziyordum. Ve bir çocuk koşarak bana doğru yaklaştı. Öğretmenim, tayin emriniz gelmiş. Öyle, dedi muhtar. Ufak yerlerin böyle adetleri vardır. Size ait bir şeyi herkes bilmesi gerekenden önce öğrenir. En son haberi olması gereken asıl kişinin bilgisi olur, olan bitenden...

Kabullenmiştim. Olanları bir kez daha bu hikayeyi aktarmak için nakşetmeye ise lüzum dahi görmüyordum. Ancak kısaca anlatmam gerekirse; köye ilk geldiğim günden beri çocuklar dışında kimse bana alışamamış, ısınamamış ve sevmemişti, beni. Birtakım gayretler içine girerek bağ kurmaya çalıştıysam da fayda etmedi. Sanki; uzaydan bu köye düşmüş bir meteor taşı gibi bakıyorlardı, bana. 

Ufak tefek bağnazlıklara göz yummama rağmen boğuyordu, bu köy beni. Çocuklara okuma, yazma, aritmetik öğretmek dışında da bazı şeyler vermek istiyordum. Bu dağ başından en azından bir kaçının kurtulmasını ümit ediyordum. Ve sonunda muhtarla tartışmış, köylüler tarafından dışlanmıştım. Anlatmaya çalışmıştım. Her on, yirmi senede bir dünya değişir. Bu çocukların kaderi bu dağ başlarına mahkum edilemez, demiştim. Anlattım, anlamadılar. Şikayet edildim. Savunma verdim. Sonunda bende pes ettim. Bakanlığa bir yazı yazdım. Bu köyde bende kalmak istemiyorum, minvalinde birkaç satır işte... Ve onlarda beni Batı'da bir yere tayinimi çıkardı.

Hangi şehir mi, hangi köy mü, diye merak mı ediyorsunuz? Ne fark eder neresi olduğu!.. Makus talihi değişmeyecek, 1940'larda..., Doğu'da bir yer...

Elime aldıktan sonra tayin kağıdını, okula gittim. Kara tahtanın önünde durdum. Öğrenci sıralardan birine geçip, Atatürk'ün fotoğrafına uzun uzun baktım. Ne olmuştu, idealist ruhuma. Korkmuş muydum, yılmış  mıydım? Ailemi mi özlemiştim? Yoksa arkadaşlarımı mı? Üç yıldan biraz uzun süredir, bu köydeydim? Maaşımın bir kısmı çocuklara kitap almak için harcıyordum, bir kısmına da gaz lambasına yağ almak için...

Uzun gecelerim oldu, bu köyde... Gaz lambası ışığı altında...

Neleri düşünmedim ki... Bazı geceler keşke bir teleskopum olsaydı, dediğim çok oldu. Geceleri gökyüzü öylesine açık olur ki; bu köyde yıldızlar ayağınızın altına seriliyormuş, zannedersiniz. Damlara yapar, yataklarını yaz aylarında bazı köylüler. Çocuk sesleri, köpek havlamaları kesilmez gecenin içinden... Bazen de dağdan kurşun sesleri...

Şimdi dönerken... Vilayete uğrayıp işlemleri hallettikten sonra bir tren bileti alacağım. Yolda uzun uzun seyretmek istiyorum, şehirleri... Bozkırını, dağlarını, derelerini, önümde bulutlu bulutsuz geçen bütün doğayı...

Aynı kaderi benimle paylaşan başka meslektaşlarım var mıdır, diye düşünmeden de edemiyorum. Çocuğun tayin haberimi veren kağıt parçasını elime verirken ki; yüzü gözümün gönünde hala... "Öğretmenim gitmeyin, bizi bırakmayın..." cümleleri kulaklarımda...

Yoruldum, sanırım. En çokta kendimde... Bir insan, bir yerde kendine çocuklar dışında yakın bir şey bulamadığı zaman ne mi yapar? Ben kitaplara sarıldım... Uzun gecelerimde gaz lambası eşliğinde sabahlara dek okuyup, tahta kanepe üzerinde sızdığım çok oldu. Çocuklar bazen gelip uyandırırlardı, beni... Unutmadan birde köpeğim vardı... Onu da köydeki çocuklardan birine verdim, trene binmeden önce.

Sanki gideceğimi anlamış, kapının eşiğinden kalkmıyordu. Yavruyken almıştım, bir çobandan. daha iki aylık bile değildi. Beni benimsedi, bende onu. Onu da yanımda götürmeyi düşündüm. Ancak bir apartman dairesinde zor olur, kolu komşu ile birtakım sorunlar yaşarım. Bunları göze alamadım...

Köyün tepeleri geliyor, şimdi trene binmiş giderken... Etraf yeşilden geçilmiyor, tren ilerlerken rayların üzerinden. Köyde ise; ağaç namına birşe yok. Dağlarda geven denilen küçük çalı kümeleri var. Köylüler bunlar için kavga ediyorlar, hatta civar köylerde bunun için adam bile vuran olduğu haberleri geliyor. Yokluk nedir burada insan daha iyi anlıyor. Mala, davara yedirmek için dağdaki gevene muhtaç kalmış insanlar. Ot bitmiyor, doğru düzgün bu dağlarda. Yağmur nadir yağıyor... Köylüler imamı da alıp yağmur duasına çıkıyor iki günde bir...

Arada mektupta alıyordum, eşten dosttan. Birde kız arkadaşım vardı. Ancak ikinci yıldan sonra tayinimin çıkmayacağını düşünerek mektupları azalttı. Kırgın mıyım, kendisine? Hayır. Zira iki sene iyi kötü can yoldaşı oldu bana. O uzun soğuk gecelerde kar yağarken, Mayıs sıcağında nemden yatamazken ev damlarında çıkıp çıkıp okurdum, mektuplarını.... Böyle şeyler insana yaşama gücü veriyor.

Arkadaşlarıma gelince onlar sürekli dalga geçip durdular, benimle. Özel bir okulda da hocalık edebilirmişim, gibilerinden. Ancak ben sürekli ben bir devlet okulunda öğretmenlik yapmak istediğimi yineleyip durdum. Sonunda ise; pes ettim. Batıda bir yere tayinim çıktı.

Ayrılırken hüzün verir, insana. Diyeceksiniz ki; yerine başka bir öğretmen atanacak. Belki senin kadar etliyi sütlüyü kurcalamadan zorunlu şark hizmetini tamamlayıp ayrılacak. Sen neden düştün, bu kadar derdine. İnsan bağ kuruyor, yaşadığı yerle bir müddet sonra...

Çocuklarla vedalaşırken, bir kız çocuğunun gelerek kucağımda ağlaması... Tren ilerlerken ben bunları düşünüyorum, ara ara. Annemi özlediğimi hatırlıyorum. Kardeşim bu sene üniversiteye başlayacak... Birçok şey gelip geçiyor aklımdan.

Tren ilerliyor, üç senemin kilometre kilometre benden uzaklaştırarak...

Ben başka bir yere gidiyorum, yeni şeylere başlamak için...

Ve ömür dediğin kaç gün ki; azalıyorum yavaş yavaş...