28 Ocak 2024 Pazar

Jouhatsu: İnsan hatırlamadığı şeyle nasıl savaşabilir?

"Bazen deliliğim başlıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum." Sâdık Hidâyet, Diri Gömülen, Yapı Kredi Yayınları, s. 16.

Koronavirüs salgını ve Japonya'nın evsiz nüfusu
Shir Lee Akazawa tarafından 'Net Cafe Refugees' adlı çalışması

Jouhatsu (terimi) Japonya'ya özgü bir kavram ve 1960'larda mutsuz evliliklerinden kurtulmak, resmi boşanma işlemlerinin ağır yükünden kurtulmak isteyen insanların kaybolmasını ifade eder.

Modern dünyamıza geldiğimizde ise; işler biraz değişiyor. Genel ancak resmi olmayan kayıtlara göre; Japon toplumunda her sene yaklaşık 100.000 kişinin kaybolduğu (jouhatsu) olduğu düşünülüyor. Açıkçası; bu noktada Joseph Hincks'in "Do Stressed-Out Japanese Really Stage Elaborate Disappearances? On the Trail of the Johatsu or 'Evaporated People' " yazısındaki "buharlaşma" kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. Hincks, "Stresli Japonlar Gerçekten Ayrıntılı Kaybolmalar Sahneliyor mu? Johatsu'nun veya 'Buharlaşmış İnsanların' İzinde" yazısında temelde insanların bu kaybolma fikrine iten şeylerin sorusuna cevaplar arıyor. 

Japonya'da bu terim (jouhatsu) kaybolan 'buharlaşan insanlar' için yeni bir hayata başlamak anlamında kullanılıyor. Ancak Japonlar kendi aralarında jouhatsu'ya tercih eden insanları konuşmayı doğru bulmuyor ve bir tabu olarak sayıyorlar. (En azından okuduğum yazılardan ve izlediğim videolardan anladığım/gördüğüm kadarıyla böyle.)

Peki insanları Jouhatsu'ya iten sebeplerin başlıcaları nelerdir?

— Depresyon

— Bağımlılık

— Cinsel uygunsuzluk

— Sosyal izolasyon

— Aileiçi şiddet

— Kumar borçları

— Din kültleri ve tabular

— İş kayıpları

— Boşanma sorunları

— Sınav başarısızlıkları.

Japonya'dan dünyaya yayılan 'jouhatsu' kavramı başta ABD, Çin, Güney Kore, Birleşik Krallık (İngiltere) ve Almanya olmak üzere gelişmiş ülkeleri zorlayan sorunlardan biri olarak somut bir gerçeklik olarak devletlerin önünde duruyor. G7 ülkeleri aynı zamanda intihar oranları en yüksek olan ülkelerin başında gelmekte —bunun yanı sıra kaybolan insan sayısı ise; hiç azımsanmayacak kadar yüksek durumda.

'Jouhatsu' teriminin yanı sıra Japonya'da 'Karoshi' prevalansyon* oranı da çok yüksek. Yani aşırı çalışmaya bağlı olarak gelişen ani ölüm oranı. Kalp krizi ise; 'karoshi' indeksinde en yüksek hastalık sebebi olarak yerine halen korumakta.

İnsanlar yerleşik yaşamlarını hiçbir iz bırakmadan kasıtlı olarak terk etmesinin 'jouhatsu' kavramının oluşmasında toplumun veyahut devletin etkisi nedir? Ve bu durum diğer devlet/toplumlarda hangi boyuttadır? Sırf Japonlara özgü bir kavram olmasına rağmen 'jouhatsu' dünya ölçeğinde nasıl seyretmektedir?

Los Angeles'taki 'Skid Row' adlı kızak sırası
Başta ABD ve Kanada'da:

— Seattle'da Pioneer Meydanı,

— Portlan, Oregon'daki Eski Şehir Çin Mahallesi,

— Vancouver'daki Eatside Şehir Merkezi,

— Los Angeles'taki Skid Row,

— San Francisco, Bonfile Bölgesi ve Aşağı Manhattin Bowery'si,

— Downtown Austin'deki Sixth Street.

"Kızak sırası' ya da 'çadır kent' olarak anılan bu bölgeler şehirlerin fakir kesimlerinin tercih ederek şehir içindeki bazı mahalleleri (genellikle terk edilmiş ya da nüfus oranı düşük olan) kendi yaşam alanlarına çevirmeleri ile oluşmakta. ABD'de 'homeless*' kültürünü bir bakıma Japonya'daki 'jouhatsu' kavramına benzetebiliriz, diye düşünüyorum. Japonya'da ise; özellikle Tokyo'da San'ya ve Osaka'da Kamagasaki'deki mahalleler 'buharlaşan insanlar'ın yaşam alanları olarak hayatlarına devam etmekte oldukları yerlerdir.

The Vanished
'Kaybolanlar: Öyküler ve Fotoğraflarda
Japonya'nın Buharlaşan İnsanları' adlı eser

Léna Mauger (Yazar), Stéphane Remael (Fotoğrafçı)

'The Vanished' adlı eser ile bu insanların yaşamlarına dair hem hikayelerini okuyarak hem de fotoğrafları ile başka bir kesitten görmek ve kavramak mümkün. Ayrıca Japonya'da insanların kaybolmalarına yardımcı olmak için çıkartılmış özel eserlerde mevcuttur. 

Japon devleti 'buharlaşan insanlara' karşı nasıl bir tavır takınmakta, —yakını kaybolan insanlar neler yapmakta ve —yasal zeminde işler nasıl yürüyor?

— Hukuk davalarına yansımakta ve kişisel verilere ulaşılması devlet kontrolünde bulunmaktadır.

— Bir suç ya da kaza durumu olmadan kolluk (polis) olaya müdahil olmuyor.

— Gizlilik yasası nedeniyle kaybolan kişilerin aileleri (iletişim verilerine) yasal izin olmadan ulaşamıyor.

— Ağırlıklı olarak yakınları kaybolan ve onları bulmak isteyen insanlar özel dedektifler tutarak onları bulmaya çalışıyorlar.

— Maddi durumu izin vermeyen ancak yakınlarını bulmak isteyen aile yakınları ise; 'Japonya Kayıp Şahıslar Arama Destek Derneği'ne müracaat etmek durumundalar.

Mark Barrott'un yeni albümü 'Jouhatsu (蒸発)' için albüm videosu
Mark Barrott'un yeni albümü 'Jouhatsu' (蒸発) için albüm videosu, geleneksel ve çağdaş Japon kültürünün sesleri, görüntüleri, kokuları ve hisleri arasında 8 parçalık bir yolculuk.

Japonya'daki sert çalışma kültürü ve aile yaşamından uzak yaşamanın doğurduğu dinamiklerde insanları zorladığı kanaatindeyim. Hikikomori prevalansına* göre; insanlar sosyal geri çekilme ve toplumdan kendini izole ederek münzevi bir yaşam arayaşına girmek ihtiyacı hissediyorlar. Kimse bu insanları kayboldukları (buharlaştıkları) için suçlayamaz. Birde kaybolmak birçok açıdan külfetli bir iş (duygusal baskının dışında) aileleri ile ilişkilendirilebilecek borç ve özel ya da kamudan yansıyayabilecek yüksek maliyetlerden kurtulmak içinde 'jouhatsu' yapmayı tercih ediyorlar. Çünkü; 'jouhatsu' olduğu düşünülen bir insan yasal olarak ölmüş olmadığı için ondan doğabilecek bir yasal durumun yakınlarına yansıtabilmesi de yasalar nezdinde mümkün gözükmüyor.

*Homeless (Evsiz): Başta ABD'de ve diğer ülkelerde evsiz olan insanlar için kullanılan genel tabirdir.

*Prevalans (Uygunluk): Epidomolojik olarak belirli bir zaman diliminde çalışma kapsamında belirli bir yerdeki hastalık olgularının bütününün topluma olan oranı.

*Hikikomori Prevalansı: Şiddetli bir şekilde toplumdan sosyal geri çekilme ve izolasyon arayışıdır.

14 Ocak 2024 Pazar

Mandalina Bahçeleri / Mandariinid Tangerines

Yaşlı marangoz "Ivo" rolündeki Lembit Ulfsak

"Hangi taraftan olduklarının ne önemi var?
İkisini de aynı yere gömeceğiz."
"Ivo" rolündeki Lembit Ulfsak

Yönetmen | Senaryo: Zaza Urushadze
Yapım: Estonya | Gürcistan
Yılı: 2013

19. yüzyılın ortalarından itibaren Estonya köyleri Abhazya'da var olmaya başlamıştır. 1992 senesine gelindiğinde Gürcü - Abhazya savaşlarının başlaması üzerine Estonyalıların hayatı zor koşullar altında kalır. Bir kısmı anavatanlarına döner. Bu savaş sadece Gürcü ile Abhazya halkı arasında sürmez ve Çeçenlerin de dahil olması üzerine geride kalan Estonyalıları zor günler beklemektedir.

"Margus" rolünde Elmo Nüganen ve "Ivo" rolünde Lembit Ulfsak

Yaşlı marangoz "Ivo" ile mandalina toplayan "Margus" bir anda savaşın kapılarına kadar gelmesiyle istenmeyen bu durumla yüzyüze kalırlar.

Yaralı taraflardan Ahmed (Giorgi Nakhashidze) Çeçen kesimini, Nika (Mikhail Meskhi) ise Gürcü tarafını resmeder. Ve Ivo (Lembit Ulfsak) kendi evinde, arkadaşı Margus (Elmo Nüganen) ile yaralıları arkadaşı olan bir doktora haber göndererek çağırır ve tedavi ettirir.

"Ahmed" rolündeki Giorgi Nakhashidze
Film temelinde; ırkçılığa karşı insan kalabilmenin ne kadar önemli olduğu vurgusu üzerine inşa edilmiştir. Ahmed'in müslüman, Nika'nın hristiyan olması birbirlerini anlamalarına engel olamayacağını, bir insanın diğerini ne din ne de ırkçılık adına öldüremeyeceğini hikâye bağlamında işlemektedir.

İnsan kalabilmenin her şeyin üzerinde olduğunu anlatan, ırkçılık karşıtı çok özel bir film: "Mandalina Bahçeleri."

Ve bir seyirci olarak, yaşlı marangoz "İvo" rolündeki Lembit Ulfsak performansıyla filmi bambaşka bir seviyeye taşıdığını düşünüyorum.


Ve bir insan; insanlık adı altında işlenen bunca suça ve mandalinaların ayaklar altında ezildiği bir dünyayı nasıl tahammül edebilir! Bu sorulara filmin verdiği cevap çok basit ve insanca: "Irkçılık yapmayarak, öldürmeyerek, her şeye rağmen insan kalmaya devam etmeye çabalayarak!..."

3 Kasım 2023 Cuma

Çözümsüzlüğün Çözüm Olarak Betimlenmesi

Herodot:

Barışta oğullar babalarını gömer; 

savaşta ise babalar oğullarını gömer. 

Fotoğraflarla  I. ve II. Dünya Savaşları

I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında uzun bir süre —özellikle ABD'de 1929 Büyük Buhran ile artık insanlık başlarındaki kral, padişah, çar vesairenin diğer ülke ile kurdukları güç dengeleri üzerinden değil de fosil yakıtların elde tutulabilmesi için bölgesel lokal savaşlara sahne olmuştur. (John Steinbeck'in, Gazap Üzümleri eseri Amerika'da yaşanan bu krizin halkın yaşadığı acılara gerçekçi bir kesit sunmaktadır. Romanın son sahnesinde Rose bebeğini daha güzel bir dünya da büyütmek isterken ölmek üzere olan yaşlı bir adama memesinden süt vermeye çalışarak onu yaşatmaya çalışmaktadır.)

Esaslı konuya girmeden önce devletlerin yönetim şekillerini hatırlamakta fayda var: "Monarşi, demokrasi, aristokrasi, timokrasi, oligarşi, teokrasi ve tiranlık...." Günümüzde cumhuriyetle bile yönetilen devletler yüzölçümleri büyüdüğünde -bu yönetim şekli işlevini yitirmeye başlamaktadır. Şehir boyutundaki devletlerde cumhuriyet iyi bir yönetim biçimidir. Ancak bakınız; Roma Cumhuriyeti (M.Ö.509 - M.Ö.27) bile sonunda krallık yoluyla başladığı yolunu imparatorluğa evirerek sonunu hazırlamıştır. Tarih yıkılmış imparatorluklar ile doludur. Devletlerde aynı insanlar gibi önce doğup, sonra büyüyüp ardından ölmektedirler. 

Osmanlı İmparatorluğu, tarihsel süreçte özellikle genişleme döneminde birçok kıtaya yayılarak hüküm sürmüş, ancak 18.yüzyıldan itibaren çağının gereklerini yakalamayarak dağılma sürecine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu dağılma dönemine, Rus İmparatorluğu ile Yaş Antlaşması'nın 1792 tarihinde imzaladıktan sonra girmiş, saltanatın kaldırılarak devletin lağvedildiği 1922 tarihinde kadar sürmüştür. Kurtuluş Savaşı ile Anadolu toprakları kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti kurulabilmiştir. 

1683 senesi itibariyle Osmanlı İmparatorluğu haritası

Peki, günümüz dünyasında "Cumhuriyet nedir, ne değildir?"

 Ülkemiz açısından ele alırsak, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra elzem olarak yönetim şeklinin "Cumhuriyet" olması kaçınılmazdır. Atatürk ve silah arkadaşları kendi dönemleri içerisinde -başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere (bu arada bu yeni yönetim şekline şiddetli şekilde muhalif olanlarda vardı.) buna rağmen yönetim biçimi dönemi içinde doğru ve gerektiği şekilde "Cumhuriyet" olmuştur. Atatürk döneminde birçok isyanla da baş edilmiştir. 

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Paşa ile birlikte

Başlıca önemli isyanları kronolojik olarak saymamız ve hatırlamamız gerekirse; Nasturi İsyanı (7-28 Eylül 1924), Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat-31 Mayıs 1925), Şemdinli İsyanı (25 Haziran 1925, Haziran 1926), Raçkotan ve Raman İsyanları (7-12 Ağustos 1925), Eruhlu Yakup Ağa ve Oğulları İsyanı ve Pervari İsyanı (1926), Koçuşağı İsyanı (7 Ekim-30 Kasım 1926), Hakkari İsyanı (6 Ekim 1926-Mart 1927), Sason İsyanları (1925-1937), Mutki İsyanı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927) ve Ağrı İsyanları (1926-1930), Oramar İsyanı (6 Temmuz-10 Ekim 1930), Tendürek İsyanı (14-27 Eylül 1929), Savur İsyanı (26 Mayıs-9 Haziran 1930), Asi Resul İsyanı (22 Mayıs-3Ağustos 1929), Bicar İsyanı (12 Ekim-17 Kasım 1927), Batuş İsyanı (20 Mayıs-9 Haziran 1927), Zeylan İsyanı (20 Haziran-18 Eylül 1930) ve Pülümür İsyanı (8 Ekim-14 Kasım 1930).

Ayrıca çoğu insanın hafızasına kazınmış ve en azından ismen bilinen iki olayda olmuştur: Dersim (Tunceli) Olayı (1937-1938) ile Menemen Olayı (23 Aralık 1930).

Dünya da bütün toplumlarda yönetim şeklinin değişmesi her zaman bir takım çevreleri ve güç odaklarını etkilemiştir. Neticesinde; birtakım isyanlar ve olaylar çıkmıştır. Atatürk, kendi dönemi içerisinde kendisine muhalif olanlara rağmen cumhuriyetin gereği olan devrim ve ilkeleri sırasıyla hayata geçirmiştir. Sömürge devletler olan İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya ve diğer Batı-Orta Avrupa ülkeleri sanayi devrimi içerisinde yer alarak parlamenter rejim içerisinde (Roma geleneğinden) gelen birikimle de içselleştirmişlerdir. 

Cumhuriyet, özünde halkın egemen olan otoriteyi kendi seçtiği temsilciyi meclise göndererek yönetime katılmasıdır. Bu şehir devletlerinde iyi bir yönetim biçimidir. Ancak devlet büyüdükçe bu işlevini yitirmeye başlamaktadır. Çoğu ülke kendi geleneksel yapılarının dışında parlamenter rejim içinde bir şekilde kalmaya çalışırken bazı devletler başkanlık sistemine geçmiştir. ABD ve Güney Amerika'da olmak üzere Türkiye ile bazı Orta Asya ülkelerinde tam başkanlık sistemi, Rusya başta olmak üzere, bazı Afrika ülkelerinde ise yarı başkanlık sistemiyle yönetilmektedirler. Parlamenter anayasal monarşi ile yönetilen ülkelerin başında ise; İngiltere bulunmakta olup, Avrupa'nın çoğunluğu parlamenter sistemli cumhuriyetler ile yönetilmektedir.

İşaret etmek istediğim ana nokta şu ki; Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet, kazanımları ile beraber parlamenter sistemle devam etmeliydi. Partilerin tabandaki her görüşü meclis içerisinde muhafaza ettiği bir yapıya kavuşması gerekirdi. Sandık demokrasisinin bir cilvesi de toplumun bütün katmanlarının görüşünü potasında eritecek güce sahip olamamasıdır. Hitler'de Almanya'nın başına seçim yoluyla gelmiş ancak sonunda bir diktatör olarak çıkarak 2 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Demokrasilerde partileri denetleyecek, eleştirecek iç mekanizmalar en az onu yöneten kadar önemlidir. Kurumsallaşmış ve kökleşmiş devletin iç organları ve muhalefetin etkin bir şekilde iktidarı yapıcı şekilde eleştirmesi.

Tarihsel açıdan günümüze baktığımızda; 1517-1917 arasında Orta Doğu topraklarının bir kısmı ve Kuzey Afrika'nın önemli bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu'nda dört yüzyıl boyunca kalmıştır. Bugün Ortadoğu'da savaşlar hiç bitmemektedir. Din savaşlarının temel sebebi; Orta Doğu'da fosil yakıtların ve doğal gaz rezervlerinin o bölge de bulunmasıdır. 

İsrail'in Filistin'i tarihsel olarak nasıl işgal ettiğine dair harita

Filistin topraklarında Arap-Müslüman bir devlet yerine başka bir dinin mensubu olan insanların ülkesi olsaydı yine de bu savaşlar yaşanır mıydı?

 Burada temel savaş nedeni hep din savaşı olarak gösterilmekte, Kudüs ve El-Aksa başta olmak üzere Müslüman-Hıristiyan savaşı verildiği kamuoyuna lanse edilerek, terör örgütleri bu bölgeye sokulmaktadır. Terör örgütleri devletlerin desteği almadan varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Çok kısa bir süre önce Amerika, Afganistan'ı A'sından Z'sine ne varsa ülke de Taliban'a anahtar teslim verdi. Askeri açıdan bakmamız gerekirse içinde tankıyla, tüfeğiyle, mühimmatıyla beraber. Ve orada yaşayan milyonlarca insanı kendi kaderine terk etti. 

Neden peki bunu yaptı, ABD?

Hem kendi askeri gücünü orada heba etmemek, hem de ilerideki stratejik hamleleri için bir güç yaratmak için... ABD ileride gireceği bir savaşta Afganistan'ın insan kaynaklarından da faydalanarak orada kendine Taliban yoluyla bir ordu meydana getirmiş oldu. Gerektiği zaman gerektiği şekilde kullanacağı kanaatindeyim.

Üçüncü Dünya Savaşı ne zaman çıkacak, diye soranlara cevaben; içindeyiz, zaten. Rusya-Ukrayna Savaşı olsun, Filistin-İsrail Çatışmaları, Lübnan cephesinin açılması.... Artık eskisi gibi bir Dünya Savaşı çıkacağını düşünmüyorum. Böyle lokal şekilde bölgesel ve yayılan savaşlar bu çağın kaderi...

Tarihsel okumayı iyi yaptığımızı düşünmüyorum. Ve çözümsüzlüğün çözüm olarak algılatılması sorunuyla karşı karşıyayız. Ve bu hususla ilgili İtalya'nın iktidar filozofu olarak anılan Machiavelli'nin şu sözleri beni düşündürüyor:

Niccolò Machiavelli'nin yağlı boya bir portresi 
Niccolò Machiavelli, Prens adlı eserinde "V, Fethedilmeden Önce Kendi Yasaları Uyarınca Yaşayan Kentleri ya da Prenslikleri Nasıl Yönetmek Gerektiği" bölümünde: "Özgür yaşamaya alışmış bir kenti kim ki ele geçirir de yıkmaz ise onun tarafından yıkılmayı beklemelidir; çünkü bir başkaldırıda, özgürlük adı ve ayrıca ne geçen zamanın uzunluğunun ne de yapılan hiçbir iyiliğin belleklerden silemediği eski görenekler ona sığınak olur. Ne yaparsan yap, neye girişirsen giriş, eğer o kentin yerlilerini sürmekte, dağıtmakta duraksarsan, asla, ne bu adı ne de bu alışkanlıklarını unutmazlar ve en küçük bir fırsatta bunlara sarılırlar." der. (Kaynakça: Prens. Çeviren: Nazım Güvenç. İstanbul: 1993, Anahtar Kitaplar Yayınevi. s. 57)

Savaşların, vücuda kanserli bir hücre misali dünya coğrafyasına daha fazla yayılmadan bitmesi için devletleri yönetenlerden ziyade belirli güç odaklarının kontrol altında tutulması gerektiğini unutmamız gerekir. İnsanlık ancak veba kökü kurutulduğunda sağlıklı günlere kavuşabilir.

8 Ekim 2023 Pazar

Resim Sevinci (The Joy of Painting)

Resim Sevinci (The Joy of Painting) adlı programı ve Bob Ross

Çocukluğunu 80'ler ve 90'larda geçirenlerin yakından tanıdığı ve bir şekilde anılarında yer alan bir adamdı: Bob Ross. Bonus reklamlarındaki o kabarık saçları, gözlükleri ile eline aldığı fırçasıyla bizi çocukluğumuzda çizdiği kanvas tablolar üzerine çizdiği yağlı boya doğa resimleri ile bir cennetten bir diğerine seyahat ettirirdi.

İşe giderken genelde radyo kanallarında müzik dışında program yapan yapımcıların sohbetlerine kulak veririm. Şimdi hangi radyo kanalıydı, hatırlamıyorum, Bob Ross'un "Joy Of Painting" programından ve hayatının bir filme konu edildiğinden bahsediyordu. Ve hayatına dair başka şeylerden de... 

Mesela o kabarık saçlarını kesmek istediğini, ancak bu haliyle izleyici tarafından sevildiği için kesemediğinden.... O ünlü olduktan sonra bir tablosunun 9.8 milyon dolara alıcı bulduğundan filan bahsediyordu. Bob Ross yine de mütevazi hayatına kaldığı yerden devam ettiğini de anlatıyordu, radyo yayınındaki sunucu. Kedi ve köpeklerine mama alarak onları beslediğini, birçok insana yaptığı resim programı dışında resim yapma sevincini aşıladığından da bahsediyordu. 

Ross, Youtube tekrarı yayınlanan programından bir kare

Ve Ross, daha genç sayılabilecek bir yaşta 52 yaşındayken lenfoma (lenf bezi kanseri) sonucu 4 Temmuz 1995 senesinde aramızdan ayrıldı. Ölümünün ardından "Bob Ross Inc." el değiştirerek Kowalskis'e devrolmuş oldu. Ross, üç kez evlendi. Bu evliliklerinden iki oğlu oldu.

Annette ve Walt Kowalski çiftiyle tanışmasının ardından PBS'te 1983'ten 1994'e kadar yayında kalan Resim Sevinci (The Joy of Painting) programı toplam 30 sezon boyunca sürdü.

Kronolojik olarak hayatına dair birçok şey anlatılabilir, Bob Ross'a dair. Ancak ben yukarıda bahsettiklerim dışında başka şeylerden, birazda kendi hayatıma nasıl yansıdığı yönüyle ilgili bahsetmek istiyorum. 

Ross'u resim yaparken izlemek bir terapi gibiydi ben çocukken. TRT'de yayınlanan programlarını soğuk kış gecelerinde sobanın yanında televizyonda izlerken bambaşka bir evrenin içine sokuyordu, insanı. 

İnsanın, kendi dünyasını sanatla zenginleştirip, tabiatı yağlı boya kanvas toblolara aktararak başka bir düşsel yolculuğa çıkmasının mümkün olduğunu tekrar tekrar anlatıyordu. Her programında dağ, taş, ağaç, göl, kulübeler vs. çizerken, onlarla kurduğu bağı her fırça darbesinde aktarıyordu. 

Ve resimlerini çizerken, "Fırçamızla tuvalimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz... Hata diye bir şey yoktur. Sadece küçük mutlu kazalar vardır... Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır. İşte tam şurada... Belki de çalılıkların arasında sevimli, minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz vanday kahverengi, biraz titan beyazı alalım..." şeklindeki anlatılarıyla insanı, tabiatla buluşturuyordu.

Benim ve milyonların unutamadığı; "Belki şurada küçük mutlu bir ağaç vardır." sözüyle hafızalara kazınmıştır.

Hayatının bir on yıllık kısmının Alaska'da geçtiğini, orada dağlara vuran güneş ışığının kendisine nasıl ilham verdiğini dillendiriyordu. İnsan hiç görmediği dağları, ormanları, gölleri, denizleri, toplamında bütün doğayı orada başka bir perspektif altında düşlerine katarak hayata dair özlemlerini bir nebze dahi olsa giderebiliyordu, Ross'un tablolarında.

Ross'u bir radyo yayına sırasında hatırlamıştım. Ve onunda en azından iki satırda yazmanın o çocukluk günlerime kattığı renk dolayısıyla boynumun borcu olduğunu düşündüm. O güzel insanı yad etmek, arada çizdiğim resimlere beni ittiği için teşekkürü borç biliyorum. Ben çocukken bilhassa pastel boyalarla doğa resimleri çizmeyi seviyordum. Büyüdükten sonra duvarlara başka materyallerle de (en ilginci sanırım boyalarım olmadığında kurşun bir kalem ve kömürle) duvara çizdiğim tarihi bir kişiliğe ait portre idi. Burada da Ross'u anımsamış ve onun birkaç tekniğinden esinlenerek faydalanmıştım. 

Sanırım Tanrı, böylesi iyi insanları arada sıkışarak cehenneme dünyamıza küçük cennetler yaratmak için gönderiyor, diye düşünüyorum bazen. Umarım, aramızdan ayrılarak vardığın karanlık içinde umut seninle olur.

Ve dünyamıza kattığın renkler için sana her zaman borçlu kalacağız. 

Işıklar içinde uyu, Ross...

20 Ağustos 2023 Pazar

Sevmek Zamanı: Time to Love

Kült filmlere olan ilgim dolayısıyla vakit buldukça izlemeye ve paylaşmaya gayret ediyorum. İzlediğim en son filmlerden bir diğeri de 1965 yapımı, siyah-beyaz bir kült Metin Erksan filmi. Dönemi şartlarında değerlendirildiğinde film hikayesiyle kült film olmayı neden hak ettiğini hikayesinin sadeliği ve vuruculuğu ile ortaya koyuyor. 

1965 senesinden Adalar İskelesi'nden filmden bir kare

İstanbul'dan ve bilhassa adaların o dönemdeki dokusuyla ilgili kareleri de yansıtan film, o dönemin insanın yaşantısına da izleyicisine bir panorama sunuyor. Adanın güzelliğinden etkilenmemek elde değil. Hele de kalabalığın ve buna bağlı betonlaşmanın daha olmadığı o günler düşünüldüğünde adaya hayran kalıyor, insan. 

Halil ve Mustafa, Adalar İskelesi'ndeki restoranda

Gösterime girdiği tarihte yapımcısı maliyetleri düşürmek için -o dönem bir filmin ortalama maliyeti 250.000 liraya çekildiği düşünüldüğünde, mütevazi bir film ekibiyle ve siyah-beyaz olarak 35 mm'lik bir film makinesiyle 60.000 liraya bu filmi meydana getirmiş. İzlerken iyi ki de çekmişler, dedirten -Müşfik Kenter ve Sema Özcan'ın başrollerde olduğu muazzam bir film.

Halil, Mustafa'nın yanında Adalar'da boyacılık yaparak ekmek parasını kazanmaktadır. Bir gün Adalar'daki evlerdeki birinden duvarda asılı olan Meral'in portresine denk gelir. Tam bir sene boyunca bu fotoğrafa bakarak hiç tanımadığı bu kadına bir aşk besler. 

Ve Meral, yağmurlu bir gün yanında iki kız arkadaşıyla adaya gelerek, Halil'in fotoğrafı karşısında oturduğu bir anda onu o halde görür. Bunun üzerine tanışmış olurlar ve olaylar aralarında klasik bir aşk hikayesinin dışında başlayarak ilerler. 

Filmdeki en güzel sahnelerden bir tanesi bence bu ilk tanışma sahnesidir. Kısa sorularla birbirini tanımaya çalışırlar. İki yabancı insanın beklenmedik bir anda karşılaşması ve iki dünyanın birbirini tanımasına benzer bu sahne. 

Afişleri ve posterlerinde son zamanlarda bu sahne üzerine bir çok tasarım yapılmaktadır. Burada Halil, Meral'in fotoğrafı karşısında saatlerini geçirmekte ve ona karşı hiç tanımadan bir aşk beslediğini yansıtmaktadır. 

Ve o ilk an... Halil ve Meral'in bir araya geldikleri ve tanıştıkları sahne.

Meral'in, Halil ile karşılaştıktan sonra evinde Ovidius'un 'Sevişme Yolu' kitabını okurken.

Halil, arkadaşı Mustafa ile Adalar'daki başka bir evde efkar dağıttıkları sırada.

Halil, Meral'in kendisine getirerek bıraktığı portresi karşısında.

Halil ve Meral'in ayrılmadan önce yaptıkları konuşma.

Meral kıyıda Halil'i sandalla gelişini beklerken.

Halil ile Meral'in kavuşma sahnesi.

Ve bu kült filmin final sahnesi.

Bu güzel filmde akıllarda kalan en güzel cümle ise Halil'in ağzından çıkar: "Benimle resminin arasına girme, istemiyorum."