26 Ocak 2023 Perşembe

Kaotik Düzenden Soyutsal İdealizme Geçişe Bir Yorum


'Triumph of Death: Ölümün Zaferi' adlı yağlı boya tablo, Flaman Rönesans ustası 
Pieter Bruegel’in, 
1562’de bir Avrupa kasabasındaki veba salgınını resmediyor.

Göbeklitepe'nin günışığına çıkmasıyla M.Ö. 9600-9500 tarihinden evvel atalarımızın yaşantısına ve yapılarına dair bilgiler ile tarihsel gerçekliğe başka bir kapı aralamış oldu. Bu yapıların incelenmesi neticesinde Paleolitik Çağ'dan daha eskilere uzandığı tespit edildi. Araştırmalar devam etmekte olup, hala günyüzüne çıkartılmayı bekleyen daha birçok yapının olduğu, uzmanlar tarafından arkeolojik kazılar neticesinde ortaya çıkarılacağı belirtiliyor.

Yapılar içerisinde ana merkezde bulunan ve diğer yapılarda da sayıca fazla rastlanan 'T' harfi şeklindeki iki büyük taşın üst üste bindirilmesi ile oluşan, etrafı yuvarlak biçimli duvarlarla örülü bir şekilde konumlanmış yapılar zincirinden oluşuyor: Göbeklitepe. Yerli ve yabancı uzmanların genel görüşü bu yapıların, özellikle merkezde bulunan ana yapının bir 'ibadethane' ya da 'sunak' olduğu yönünde. 

Diğer yapılar ise; ana yapıya göre nispeten daha küçük oranda ve ana yapıya benzer şekilde dairesel boyutlarda mevcut halde bulunmakta. Mimarisi açısından bakıldığındaysa temel eksene göre birbiri ile bağıntılı biçimde konumlandırılmış. Taşların üzerinde ise; dönemi içerisinde yaşamış olan ve taşlara oyularak tasvirlenmiş olduğu düşünülen tilki, turna, yılan, kuş, örümcek ve sığır vs. hayvanların motifleri resmedilmiş. 

Bugün günümüzden yaklaşık on asır önce yaşamış atalarımızın bıraktığı mirasa bakıyoruz. Aradan geçen bunca uzun zamandan sonra şehirleşmiş, modernleşmiş, sanatta ve bilimde onlardan katbekat ileriye gitmiş durumdayız. Lakin bunca ileriye gitmiş olmamız rağmen doğadaki huzuru kentlileşmiş insan hayatında bulmamız pek mümkün görünmüyor. Şehirleşmenin tabi sonucu olan çok katlı evlerimizde balkonlarımıza saksılar içinde küçük bitkiler yetiştirerek bu doğa ideasını kaotik hayatlarımıza bir nebze nefes olması için yerleştirmek zorunda hissediyoruz kendimizi. 

Kaotik düzende soyutsal idealizmi arada şehirden uzaklaşarak doğa içerisinde aradığımız ve yaşamak için şehirlere tekrar çeşitli vasıtalarla dönmemize rağmen bu bizlere artık yetmiyor. İnsanlar pandemininde ortaya çıkardığı bir yığın aksaklık ve sorun içerisinde zamanlarını başta aileleri olmak üzere değer verdikleri insanlarla geçirmenin daha sağlıklı ve verimli olduğu gerçekliği ile böylece yüzleşmiş oldu. 

Nobel ödüllü yazar Albert Camus'un, 1947 tarihinde yayımlanan Veba (Fransızca: La Peste) adlı eserinde: "Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevip sevmediğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır." der. 

Kaymakamlığın yanı sıra İstanbul Belediye Müfettişi ve İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu Müdürlüğü yapmış, değerli yazar Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü eserinde: "Özgürlüğün ne olduğunu anlayabilmek için yüzyıl daha geçecek. Bugün artık onu açık saçık biliyoruz. İnsanın özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliştirebilmesi olanaklarına sahip olması demektir. Buysa ancak doğanın ve toplumun nesnel yasalarını insanların kendi yararlarına kullanabildikleri ve gelişmenin bütün ön koşullarını yaratabildikleri bir toplumda gerçekleşebilir. Böylesine bir toplum varlaşmadıkça özgürlük boş bir sözden ibarettir ve sakal bırakma özgürlüğü anlayışından öteye geçemez. Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: “Özgürlük, doğa yasalarından bağımsızlık düşü değildir. Tersine, bu yasaları öğrenmek ve onları belli amaçlar için kullanabilmek demektir. Bu dış doğa yasaları için olduğu kadar, insanın beden ve ruh varlığını yöneten yasalar için de böyledir. Demek ki irade özgürlüğü denen şey, nedeni bilerek karara ulaşmak yetisinden başka bir şey değildir. Bir insanın belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüğü, bu kararın tutarlılığını belirten zorunluluğa bağlıdır. Kararsızlık, çeşitli ve çelişik bir sürü karar olanağı arasından bilgisizliği seçmek demektir. Sonuç olarak özgürlük, doğadan gelen zorunlulukları tanıyıp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de dış doğa üstünde sözünü yürütür olmaktır. Böylece özgürlük, tarihsel gelişimin zorunlu bir ürünüdür." demiştir. 

İlerleme toplumların gereksinimi olması yanında değişimde sonuç olarak kaçınılmazdır. Fakat insan bu sıkışıklığın içerisinde kendisine yaşamak için bir hava deliği aramakta. Bir paradokstan daha fazlası olan yaşamlarımız için çıkış noktasının doğada dingin bir hayatın yanı sıra üretken olmakta da geçiyor. İnsanoğlu, ne şehirlerdeki  gürültülü karmaşası içinde, ne de başı sonu gelmeyen kaygılarımızın ve dertlerimizin gölgelerinden bir türlü kurtulamıyor. İnsan her şeye rağmen huzuru bulmak için kendisini doğaya yakınlaştırmaktan alıkoyamıyor. 

Bazen de '...ya pandemi süreci olmasaydı, bir müddet daha böyle gitseydi sonrasında yine savaşlar, veba, ekonomik buhranlar beklemiyor muydu bizi,..." diye kendi kendime söylenip dururum.  Ve yine 'Dünya, insanoğlunu kucağına aldığı günden bugüne dek acı çekmekten başka ne gördü?' diye düşünürüm. 

Düşünürlerin, yazarların, şairlerin ve aydınların geriye bıraktığı o küçük fenerlerde olmasa tarih okyanusunda bunca yaşamış bir yığın insan nasıl var olurdu acaba çağlar içinde. Birtakım kimseler, (İngiltere) Birleşik Krallık'taki Wiltshire'da bulunan Stonehenge, memleketimiz olan Türkiye'deki Göbeklitepe ve Çatalhöyük Neolitik Antik Kentini örnek göstererek bunlarında insanoğlunun bariz izleri olduğunu söyleyebilirler. Bu serzenişlerinde haklıdırlar da belli bir ölçüde. Ancak insan kendini sanat, edebiyat, resim ve diğer soyutsal alanlarda usunun ve iç dünyasının diğer feveranlarını da geleceğe bırakmak mecburiyetindedir. Bunu sırf bir yağlı boya tablo veyahut bir taşa işlediği motiflerle yapması bütünüyle mümkün gözükmüyor. 

Yaşar Kemal'in, İnce Memed eserinin 4.cildindeki şu sözle yazıyı bitirmek yerinde olacaktır. Eserde şöyle diyor, Yaşar Kemal: "Ben insan öldürmem. İnsan öldürmek çok kötüdür. İnsan hiç Allah'ın yaptığı en güzel binayı yıkar mı?"

İnsanı bütün olumsuz koşullara rağmen kaotik düzende dahi olsa yaşatmak gerekli. Çünkü; insan dimağının gücüyle ve vicdanıyla sanatı ve düşünceyi var edip, koruyabiliyor ise; işte o zaman kendisine verilen sıfatın dışında gerçek değerini bulmuş demektir. 

Hayat, sürrealist bir ressamın yağlı boya tablosunun dışında başka bir dünyanın da var olabileceği umudunu taşıyor, bizlere. Yeter ki; idealizme fazla kendimizi kaptırmadan ayaklarımız yere basarak hareket edebilelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: