18 Aralık 2017 Pazartesi

Vakit Ayırıp Okumak Lazım


    D&R tarzında kitapçılara gittiğimde çoğu zaman ekmek ve su içmeden saatlerce zaman geçirme isteği oluyor. Bu durum kitap severlerin tamamında vardır diye düşünüyorum. Bir iki gün önce kızımla beraber yine gezinirken asağıda fotoğraflarını çektiğim kitapları okumadığımı fark ettim. Fotoğraflarını çekip yazıma ekledim. En kısa zamanda bu kitapları alıp okumam lazım. Sadece mideyi değil, beyni de doyurmak lazım...


Babaya Mektup / Franz KAFKA



Satranç / Stefan ZWEIG



Sineklerin Tanrısı / William GOLDING



Amok Koşucusu / Stefan ZWEIG



Bir Delinin Hatıra Defteri / Nikolay GOGOL



İnsan Neyle Yaşar / TOLSTOY



Dönüşüm / Franz KAFKA



Dava / Franz KAFKA

15 Eylül 2017 Cuma

Gecekondu Çocuğu


    Uzun bir yazı olacak. Yaklaşık bir yıldır bloğa yazı yazmadığımı fark ettim. Şu aralar kafamda hep bu soru var. Biz üniversiteli, 30'lu yaşlarını yaşayan, 1990'lı yaşlarda 'Windows 98' ile büyümüş olan gençler -hayata biraz daha farklı ve ütopik baktığımızı düşünmüşümdür.

    Son dönemde trend olan -yani Türkçesi gündemde tutulan herkesin istediği doğal yaşam mevzusu. 90'lı yıllar, çocukluğumuz betonlaşmanın ve nüfusun çoğalmaya yeni yeni başladığı tarihlerdi. Genelde apartman dairelerinde oturanlara sınıf atlamış gözüyle bakarlardı. O zamanlar gecekondu da küçük bir bahçesi olan bir evimiz vardı. Üç kardeştik. Ailemiz gerçekten mutluydu. Küçük bir bahçe, tüplü televizyon (genelde annenizin veya akrabalarınızdan birinin ördüğü dantelli bir örtü), merdaneli çamaşır makinesi, evin arkasına 100 galonluk bir su deposu, işte böyle şeylerin olduğu ve evlerin bir arabanın geçeceği kadar dar olan yolları olan gecekondu evleri kümesi...

    En güzel tarafı ise; herkesin ortalama gelirinin aynı olması, birbirini küçümsememesi ve babalarımızın kendilerine Murat 131'den sonra en havalı araba sayılan ve alınıp satıldığında prim yapan Renault Broadway'ler zamanı...

    Sokakta zaman nasıl geçer bilmezdik. 10 saatin 10 dakika gibi geçtiği çocuk günleriydi. Vasconcoles'ten Şeker Portakalı, Küçü Prens, sonra Sabahattin Ali'den Kuyucak Yusuf okuduğum ve her evde A'dan Z'ye Meydan Larousse'nin, Vikipedi yerine geçtiği yegane bilgi kaynağı...

    Mahalledeki çocukları ağaçlara dalmaya gidip, bilye, top ve uçurtma yapıp havada birinin diğerini indirmeye çalıştığı güzel çekişmeler,

    Bu arada her evde babalarımızın okuyarak doktor, hakim, savcı ve öğretmen çıkacakmışız gibi sürekli bit beklenti ve karnede full 5 gelmesini görmek istediği an'lar... (sanki hepsi 5 gelse o beklentiler olacakmış -pehhh)

    Şimdi anlıyorum ki; hayatımın-ızın en kaliteli ve hoş geçen günleriymiş. Ve o anda ilerleyen günleri kestiremeyerek büyümek, sonrasında betonların içme hapsolan bir sürü çocuklu ruhlu, 30'lu yaşlarda kadın ve adamlar...

    Şu hal eminim ki hepimizde var. Küçükte bahçesi olan, üst ve alt komşusu olmayan, düz ayak giriş çıkış yaptığımız tek veya iki katlı evler, çok fazla değil biliyorum istediklerimiz ama toprak o kadar değerli hale geldi ki. Toprağın ucuz olduğu yerlerde iş yok, işin olduğu yerde hayale yer yok.

    Yazacağım çok şey var o günlere dair. Lakin birazını da okuyucuya bırakmak istedim. Uzun lafın kısası; acaba düşündüklerimizin fazlasını yapmak mümkün olacak mı bir gün?!

1 Ağustos 2017 Salı

Bir Çöl Hikâyesi

Çok uzun bir yoldan sonra çölde o kızgın güneş altında ve geceleri ürpertici soğuk saatlerden sonra bir şehire varacağımı zannediyordum. Yanılmışım. Ve kilometrelerce kum yığını rüzgarla yer değiştirirken bense yön duygumu kaybediyorum, yavaş yavaş. Elimde kırık dökük eski bir pusula. Ayakkabılarım sonunda paralandı ve bende onları çöle teslim ettim. 

Bu hikayeye kendimden bir şeyler katmalıyım, diye düşünüyorum. Bir parça da olsa gerçeklik. Seraptan aranmış küçük bir vaha buluyorum. Ağzıma aldığım ilk yudumu yutkunmak isterken tükürüyorum ve avucumda kan... Dizlerim yerde iki kolum ona paralel. Ve ikinci tükürüğüm bir balgamla karışık yerde... Yerde olan benim kanım. Damarlarımda gezerken ağzıma kadar gelip, beni rahatsız ederek boğazımdan çıkan... Bu çölün beni yendiğinin ilk işareti.

Ve bu yenilgiyi kolayca hazmetmek kolay değil. Engereklerin kol gezdiği, uykusuz onca gecelerde bir gözüm açık yattığımda düşünülürse. Bu kanı dimağım öylece kolay kolay kabul etmiyor.  Sırtımı verdiğim ağaçtan, kafamı gökyüzüne kaldırıyorum. Şimdi çölde gece. 

Uzakta başka bir yıldızın hakimiyeti altında dönen başka bir gezegende bambaşka bir çölde yaşam savaşı veren var mıdır, acaba benim gibi?! İnsan, nedense ölürken bile başka bir yerdeki diğer bir canlının yaşama savaşını kendisine yakın hissetmek istiyor. Bir tür delilik hali mi bu bilemiyorum. Vücudum günlerce güneşin altında kavrulduktan ve geceleri o soğuk ayaz altında dilim dilim perdahlandıktan sonra en azından şu suyu kana kana içmek isterdi. Onun yerine bir avuç kanla ödüllendiriyorum, O'nu. Küfür gibi bir şey bu. 

Burada bu küçük vahada ölümü mü beklemeliyim, şimdi? Hafızam geçmişe mekik dokumak isterken öyle yorgunum ki. Bu bile çok zahmetli bir iş gözüküyor. Kalkıp bir ateş yakmam gerektiği geliyor, yine aklıma. Geceleri çöl, gündüzlerinden daha acımasız olur. Bir ateş şimdi sıcaklıktan daha fazla şeyi getirecek bana. 

Etraftan çalı çırpı topluyorum. Bu sırada bir çöl yılanı dikkatimi çekiyor. Elimdeki ucu "V" şeklindeki sopamla onu avlıyorum. Topladıklarımı bir kenara yığıp, ufak bir ateş yakıyorum. O ateşi korumak için çevresine küçük taşlarla bir yuvarlak hat çiziyorum. Sonra yılanı alıp, küçük sahramın başındaki gölete gidiyorum. Orada yılanın başını kesip bedeninden ayırıyorum. Yılanın başı boşa gitmeyecek. Birazdan karıncalar, haşereler, küçük çöl fareleri ve diğer tüm yırtıcılar... Sırasıyla hepsi payını alacak yılanın başından. Ve ondan geriye kala kala küçük bir yılan kafatası kalacak. 

Yılanın başını kesip attıktan sonra derisini sıyırıyorum, bedeninin geri kalanından. Ve çıngırağını da ayırdıktan sonra onu şiş görevi görmesi için bir çubuğa geçiriyorum, parça parça. Ve ateşin başında o yavaş yavaş pişmeye dururken ben sırtüstü ateşin yanına uzanıyorum. Gökyüzünde tek bir bulut desen yok. Gecedeki bütün yıldızlar tek tek selam çakıyor gökyüzünden bana. 

Tepelerin ardından düşman dahi olsa bir insanın çıkıp bana doğru, bu küçük sahraya gelmesini öyle dilerdim ki, şimdi. Ve bir karar veriyorum. "Buradan başka bir yere gitmeyeceğim. Son anlarımı burada geçirmek ve çölde bu vaha da..." Ve duruyorum tam cümlenin sonunda. Öleceğim kesin mi, günlerce doğru düzgün beslenmemin etkisi var bu işte. Hem ölecek dahi olsam, son anlarımı bu zırvalıkları düşünerek mi geçireceğim?! 

Aklıma ateşteki yılanım geliyor. Yanmadan ateşin üstünden alıp, bir kaç parça et yemekte fayda var. Yılanı son kertesine kadar yiyorum. Ardından göle giriyorum. Tepemde yıldızlar. Bir başka kum şehrine varmak, anlamsız... Burada bu küçük sahra da yaşayıp, ölmek... Günlerce yürüdüm de ne oldu, sanki. Ne bir yere varabildim, ne de bir şey başarabildim, istediğim gibi. Bu insanlar nereye gitti? Ben bu çöle nasıl düştüm? İnanın hatırlamıyorum, bu gibi şeyler. İnsan geldiği yeri bilmeden gideceği yönü nasıl tayin edebilir. 

Uyuyorum, ateşin başında. Derin bir uykuya geçemiyorum. En azından yanımda birisi olsaydı, rahatlıkla bir uykuya dalabilirdim. Bir kum fırtınası her an gelebilir. Kendime küçükte olsa bir köşeye saklamam, hayatta kalmam için bir fırsat tanıyacak... Sonra yerde kurumuş olan balgamla karışık kanıma bakıyorum. Nasılsa kısa sürede öleceğim, burada? Kim bilir, kaç sene sonra birisi bulacak beni bu yerde? Hem bulsa ne olacak, ben öldükten sonra. Bir işaret. Burada kalmamak için kötüye yorulan bir işaret olacağım, gelenler için. Neden öldüğüm üzerine birkaç konuşma geçecek aralarında. Sonra yollarına devam edecekler. 

Ateş küçülüyor. Biraz daha bir şeyler topluyorum, etraftan. Vahayı oluşturan küçük göletin etrafında palmiye ağaçlarından bir düzine kadar var sanırım. Oturup saymadım. Ama tahminimce bu kadarlar. Tepelerin aksine bir çukurluğun içinde bu vaha. Kum fırtınası çıkması halinde burada küçük bir korunak oluşturmam halinde kendimi korumam mümkün olacak. Ve yavaş yavaş gündüzün ilk saatleri... Üstümdeki paçavraları yıkayıp, palmiyelerden birinin kenarına asıyorum. Şuan çırılçıplak bir vaziyette palmiyenin gölgesindeyim. Birazdan hemencecik kurur. Gölgede bile bazen çekilir halde olmuyor, çöl sıcaklığı... Gidip zeminde öğle sıcağında bile gölgede kalacak bir yeri kazmaya başlıyorum. Zemin nemli olduğu için orada günü geçirebilirim. 

Kahve olmalıydı, şimdi diyorum. Ateşim nasılsa var. Orada kendime bir kahve közlemeliydim, ateşte. Arapların çöl kahvesi baya meşhurdur. Gerçi ben bir Arap'ta değilim. Çöle düşmüş bir yabancı... 

Çöl sıcağı her yana hakim oluyor. Öğleden sonra iki üç civarı sanırım. Havada rüzgarın kum taneciklerini hareket ettirerek tepeleri bir yerden başka bir yere evirmesiyle geçiyor, saatler. Bense nemli zeminde ne yapacağımı düşünüyorum. Vaha da kalma fikri... Bir vaha için Tanrı'ya o derece yalvardım ki... En azından iyice güç toplamadan buradan ayrılamam. Gece vaha çevresinde avlanıp, gündüzleri bu nemli toprakta yatıp dinleneceğim. Ancak burada da bir hedefim, diğer çöl hayvanlarına karşı. Şurada duran taşlarla kendime ufakta olsa koruyucu bir duvar örmeliyim. Böylece kendimi daha güvende hissedebilirim. 

Saatler beni başka bir geceye götürüyor. Hiçbir şey yapmadan beklemek... Bu beni hasta ediyor. Bir çubuk alıp yeri eşeliyorum. Bir çöl kabilesinin develeri ile geçip gittiği yollar aradım, ancak bulamadım. Bu vahaya gelip giden var mıdır, acaba? Gece, yarın gündüz olduğunda vahanın etrafında bu kafilelerin geliş gidişlerine dair izler aracağım... Gerçi gelip gitmiş olsalar, vahanın etrafında develere ait birkaç ize rast gelmem gerekirdi, diye düşünüyorum. 

Gece, vahanın etrafını dolaştım. Bir kaç çöl faresi dışında pek bir şey avlayamadım. Yılanlara rast geldim. Ancak bu sefer hem çokta aç olmadığım için zehirli bir yılanla bir kavgaya girmenin pekte anlamlı olmayacağını varsaydım ve fareleri geçirdim, bu sefer çubuğa. Vahada günlerim, böyle geçiyor. Burayı her geçen gün biraz daha benimsiyorum. Ve gariptir ki; bir uçak kazası sonrası bu çöle düştüğümü yavaş yavaşta olsa hatırlıyorum. Sanırım üç aydan fazladır, bu çöldeyim. Çölün hangi tarafındayım, bilmiyorum. Tek bildiğim bu vahaya denk gelmemiş olsam, ölmüş olduğum gerçeği. 

Ve belki de Tanrı'nın bile unutmuş olduğu bu çöldeki küçük vahada ölüp gideceğim. Başka bir insana rastlamadan, bir çift laf bile edemeden. Ancak ben mutluyum. Son anlarımı burada geçirmekten, bu yalnızlıktan. Hem elimden başka ne gelir ki... 

Günlerim biraz kan kusarak, yarı aç yarı tok geçiyor. Ve ben bu çölde yavaş yavaş can veriyorum, dünyanın geri kalanının beni zaten ölmüş saydığını da düşünürsek... Bu gerçekliğe bende kendimi alıştırıyorum. 

Ve anlıyorum ki; ben aslında içimdeki çölü bulmak için buraya düşmüşüm.











3 Mayıs 2017 Çarşamba

Filmler


- 12 Öfkeli Adam . Sidney Lumet

- Akıl Oyunları . Ron Howard


- Arka Pencere . Alfred Hitchcock

- Ayna . Andrey Tarkovski

- Bazıları Sıcak Sever . Billy Wilder


- Bir Rüya İçin Ağıt . Darren Aronofsky

- Bir Taşra Papazının Güncesi . Robert Bresson

- Cesur Yürek . Mel Gibson

- Dangal . Nitesh Tiwari

- Doğaya Doğru . Sean Penn


- Esaretin Bedeli . Frank Darabon

- Fahra . Darin J. Sallam

- Fahrenheit 451 . François Truffaut

- Garsoniyer . Billy Wilder

- Gladyatör . Ridley Scott 

- Guguk Kuşu . Milos Forman

- Hayat Güzeldir . Roberto Benigni

- Kardeş Gibiydiler . Barry Levinson

- Kazablanka . Michael Curtiz

- La Califfa . Alberto Bevilacqua

Léon  Sevginin Gücü . Luc Besson


- Meçhul Bir Kadının Mektupları . Max Ophüls

- Metropolis . Fritz Lang

- Mutluluk . Abdullah Oğuz


- Nuremberg Duruşması . Stanley Kramer

- Onur Savaşı . Thomas Vinterberg

- Ölü Ozanlar Derneği . Peter Weir

- Ölüm Korkusu (Vertigo) . Alfred Hitchcock


- Piyanist . Roman Polanski

- Psiko . Alfred Hitchcock

Rezervuar Köpekleri . Quentin Tarantino

- Riddick Günlükleri . David Twohy


- Rüzgarı Dizginleyen Çocuk . Chiwetel Ejiofor

- Schindler'in Listesi . Steven Spielberg


- Soraya'yı Taşlamak . Cyrus Nowrasteh

Şeytanın Tangosu . Béla Tarr

- Takva . Özer Kızıltan

- Tatlı Hayat . Federico Fellini

- Titanik . James Cameron

- Toprağın Tuzu . Herbert Biberman 

- Üç Maymun . Nuri Bilge Ceylan

- Yağmur Adam . Barry Levinson

- Yaşamak . Akira Kurosava

- Yedinci Mühür . Ingmar Bergman

- Yeşil Yol . Frank Darabont

- Yol . Yılmaz Güney - Şerif Gören 

- Yurttaş Kane . Orson Welles

- Yürüyen Şato . Hayao Miyazaki

24 Ocak 2017 Salı

Alexandre Dumas: Monte Kristo Kontu


Alexandre Dumas'ın,
'Monte Kristo Kontu'
adlı eseri
Aşk, ihanet ve intikam!..

Alexandre Dumas'ın, Monte Cristo Kontu birçok filme, esere ve yazara ilham kaynağı olmuş durumda yazıldığı tarihten bugüne. 

Ne söylense az gelir üstüne. Bir başyapıt, kültleşmiş bir eser. 

Şahsi düşüncem her yazar böyle bir eser ile tarihe geçmek ve edebiyat dünyasında iz bırakmak ister, diye düşünüyorum. 

Mutlaka okuyunuz ve okutunuz. 

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum. 

İyi okumalar.