5 Kasım 2022 Cumartesi

William Styron: Sophie'nin Seçimi, Tuhaf, Çelişkili, Sarsak


Doğan Kitap'taki baskısı ile
'Sophie'nin Seçimi' 
Schindler'in Listesi'nden sonra bam telimize dokunan başka bir hikâye... 

İkinci, okumamda alıntıları paylaşmayı düşünüyorum, bu eser için. 

Tom Amca'nın Kulübesi ve Gazap Üzümleri'nden sonra Amerikan Edebiyatı'nda etkilendiğim üçüncü eser diyebilirim. 

Kitapla ilgili 'spoiler' vermemek için hikâyesini uzun uzun anlatmayı lüzumlu görmüyorum.

Ancak mutlaka okunması gereken kitaplar kategorime aldım. 

Her zaman dediğim gibi okuyup okumamak tamamen sizin kendi keyfiyetinize kalmış bir durum. 

İyi okumalar.

13 Ekim 2022 Perşembe

Ulucanlar Cezaevi Müzesi Ziyareti

Ankara ili, Altındağ ilçesinde bulunan Ulucanlar Cezaevi'ni sonunda müzeye çevrilmesi sonrasında iki arkadaşımla ziyaret ettim. Seneler evvel yine bir arkadaşım ile gitmiştik. O günlerde Ulucanlar Cezaevi müzeye daha çevrilmemişti ve kapalıydı. O ziyaretin üzerinden seneler geçti ve sonrasında müzeye çevrildi. 

Ülkemizin siyasi geçmişine dair birçok şeyi okuduğum kitaplar, filmler, belgeseller, röportajlar ve anlatılan onca şeyden öğrenmeme rağmen bunun dışında görmek ayrıca güzeldi. Birçok açıdan tekrar tekrar düşünmeme vesile oldu. Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ne ait kareleri aşağıda paylaşıyorum. Yakın tarihimize ışık tutması nedeniyle ziyaret etmenizi tavsiye ederim.

'Ulucanlar Cezaevi Müzesi' ana bina giriş kapısı

İdamların gerçekleştirildiği darağacı

İdamları infaz edilen mahkumların ad soyadları ve idam tarihleri

Ulucanlar Cezaevi'ndeki binalar ve onlara giden ara yollar

Ulucanlar Cezaevi Müzesi'nde yer alan sergideki eski gazeteler

Ulucanlar Cezaevi Müzesi'nde bulunan koğuş ve ranzalar

Daktilo ve kitaplar

Dönemin meşhur sigaraları

Çay odası veyahut mutfak

Disiplin cezalarının infaz edildiği 'Disiplin Hücreleri'

35 mm'lik Sinema Makinası

Duvar yazısı ve Türk Bayrağı

Cezaevi duvar yazısı

Mahkumların cezalarını infaz ettiği koğuş ve ranzalar

Ulucanlar Cezaevi'nin iç avlularından biri

Taş taşı ama laf taşıma!

Mahkumların volta attığı iç avlulardan bir başkası.

Cezaevindeki bloklar arasında geçişi sağlayan ara yollar.

Ulucanlar Cezaevi'ndeki bloklar arasındaki ara yollar.

Disiplin Hücreleri'ne giden ara yol.

Mahkum kabul kayıt bölümü ve gardiyan (infaz koruma memuru).


Ulucanlar Cezaevi'nde iki kişilik odalarda kalan siyasilerin odaları ve ranzalar.


Ulucanlar Cezaevi'nde siyasilerin kaldığı özel blok.

Ulucanlar Cezaevi'ndeki bir başka koğuş ve ranzalar.

Ulucanlar Cezaevi'ndeki alaturka tuvalet.

'Ulucanlar Cezaevi Müzesi Tarihçesi' tabelası


Dönemi içerisinde kullanılmış olan antika radyo


'Ulucanlar Cezaevi Müzesi' ana giriş kapısı

9 Temmuz 2022 Cumartesi

Sarsılırken 1 - 23 Bölümleri

 

    1 . İnsanların Değişmeyen Kaderi

  2 . Yumurta Hikayesi 

  3 . Otel Odalarının Değişmeyen Kokusu 

  4 . Her Sır Günü Geldiğinde Aşikar Olur

  5 . Yollar Bir Kere Ayrıldığında

  6 . Gecenin Sesi 

  7 . Kılıç Balığının Öyküsü 

  8 . Eski İzler ve Yeni Yaralar 

  9 . En Büyük Savaşımız

 10 . Bahri Beyin Evinde

 11 . Bir Parça Huzur İçin

 12 . Kaos

 13 . Her Macera Zevkin Doruğunda Bitmez

 14 . Fırtına Günleri 

 15 . Gölge Oyunları 

 16 . Buz ve Ateş 

 17 . Basın Açıklaması 

 18 . Bir Kale En Kolay İçten Yıkılır

 19 . Renklerin Dünyası

 20 . Sevgi Neydi?

  21 . Bir Hikâye: İşportancının Ölümü

 22 . Aldanışlar

 23 . Dağınık Gazel

Eser; hâlen yazım aşamasında olup, bittiğinde redaksiyonun ardından bir yayınevi ile anlaşılması sonrasında kitaplaştırılacaktır. Ham hâliyle burada mevcut bulunan bölümlerde geçen olayların, şahısların, kamu ve tüzel kişilerinin gerçekle bir ilişiği olmayıp, bütünü kurgu ürünüdür. 

Ayrıca, imlâ ve yazım hataları eser tamamlandığında gözden geçirilerek düzeltilecek olup, bu hususla ilgili oluşabilecek hassasiyet nedeniyle şimdiden okuyuculardan özrümü kabul etmelerini rica ediyorum. İyi okumalar.

8 Temmuz 2022 Cuma

23. Dağınık Gazel

Felsefe kitaplarında aradım seni,
Kutsallara, ilâhlara sordum,
'O' burada yok dediler....

Konağın ana kapısından dışarıya güneşe çıkmış, gökyüzünü seyrediyordum. Babamdan intikam için girdiğim konakta İdil'e kardeşçe duygular besliyordum. Gülşen Hanım'ın aldatılan bir kadın olarak neler yaşadığını görebiliyordum. Barış ve eşi, aileyi bir arada tutmak için çabalıyordu. İdil, odasındaki piyanonun başında sürekli piyano egzersizleri yapıp duruyordu. Belki de acısını böyle hafifletiyordu. Ayşe, görevinin başındaydı. Basın ise; bir akbaba gibi tepemize çökmüştü. Ve Levent Bey, aralıksız gece hayatına devam ediyor, basına istediklerini fazlasıyla veriyordu. Tam bir zampara hayatı yaşıyordu, bu liberal ayyaş. Bir araya geldiğimizde sürekli kadınlardan bahsediyor. Kadınlar dışında hayatında başka hiçbir kimseyi istemediğini anason ve viski kokan ağzıyla tekrarlayıp duruyordu. 

İdil, merdivenlerden inip yanıma geldi. İçimde, tepemdeki güneşe rağmen bir şeylerin dağılıp gittiğini azda olsa hissedebilen Ayşe'den sonra nadir insanlardan biri olmuştu. Bana seslendi:

- Ne yapıyorsun, burada tek başına?

Aslında sürekli eski günleri düşünüyordum. İntikam almak için aileyi dağıtmam gerekliydi. Ancak ben olmasam da Levent Bey bu işi tek başına zaten gayet güzel yapıyordu. Güneşi ve bulutları kafamı kaldırarak işaret ederek:

- Biraz güneş ve temiz hava alıyorum. Uyku, bazen tek başına çare etmiyor. Bilirsin...

Konağın önüne konulan ve gelen misafirleri ağırlaması için üzerinde "ATAMANLAR" yazan bir sıraya oturduk. Elini elimin üzerine koyarak:

- Sana söylemek istediğim şeyler var. Ama nasıl desem, söylesem bilemiyorum. Uzun süredir bu duygu beni yoruyor, tüketiyor, Aslında bir yandan seni düşünürken mutlu oluyorum. Ancak...

Bir müddet sustu. Nasıl devam edeceğini bildiği halde benim bir şeyler söylememi bekler gibi bir hali vardı. Bense cümlesine kaldığı yerden devam etmesi için:

- Ancak, dedim. Ve sözü tekrar ona bıraktım.

Ağlıyordu. Susmuş. Elleri ellerimde ağlıyordu. Başını kaldırdı ve bana baktı:
- Seni seviyorum. Hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi sevmediğim ve bir daha sevemeyeceğim kadar. Seni düşünürken piyanonun tuşelerine bile bir başka basıyorum, sanki.

Bilmiyordu. O ağlıyordu. Ne demeliydim. Sırrımı faş etmelimiydim, ona. Beni belki anlar, belki anlayamazdı. Yüzünü iki avucumun arasına alıp:

- Sanırım, çok istesem bile bu sevgiyi. Kardeşçe bir sevgi dışında buna layık olamam. Ve çok uzun bir süredir düşünüp duruyorum. Sanırım, buralardan gitmem gerek. 

Ellerini, yüzünü tuttuğum ellerinin üzerine getirerek:
- Bende seninle gelmek istiyorum, dedi. 

Onu yaralamak istemiyordum. Ancak başka bir çare ve yol bırakmıyordu bana. Ve aramızda derin bir uçurum açacak olan o cümleyi söyledim.
- Ayşe'ye daha söylemedim. Onunla beraber gideceğim, deyiverdim.

Tek bir kelime daha etmedi. Önce ellerini ellerimden, sonra yüzünü geri iterek banktan kalkıp çekip gitti. Orada güzel güneşli bir günde bulutların ağırlığı altında kaldım, sanki.
İntikam almak isterken türlü azaplar içine düşüyordum. Bir günah işlememiştim daha doğru düzgün. Daha olacak olan şeylerin ortasına bile varamamıştım. Başlarda taş kadar katı ve soğukken, şimdi güneşte kalmış, pelteleşmiş ve içindeki şeylerin tümünü dışarı atmaya çalışan terk edilmiş bir ev eşyasına benzemiştim. Öyle hissediyordum.

Konaktan çıktım. Yürüye yürüye Suat abinin yanına gittim. Yine çalışıp duruyordu. Selamlaştıktan sonra gidip bir köşeye oturdum. "Ne alırsın?" diye sordu. "Bir çay iyi olur," diye karşılık verdim. 

Çayı masaya koyarken, "Yüzün yine sirke satıyor," dedi. Ve ardından ekledi: "Gidecekmiş gibi bir halin var. Çok düşündün mü? Uzaklara gitmek acını hafifletecek mi? diye sordu. Bende istemsizce sanki bu yaşamın acısı ona aitmişçesine sordum: "Bir aileyi dağıtmak seni mutlu eder miydi? Dağınık bir gazeli dinlemek hoş mudur, Suat abi?"

Ona da düşünüp duruyordu, bu durumu benim gibi. "Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bu durumda seçmek zor. Ancak bazen gitmek gerekir, başka bir yol kalmadığında..."

Bir yolu vardı: Beklemek....

Aradan bir hafta geçmişti. İdil, Avrupa turnesine başlamıştı. Benimle hiç görüşmeden gitmişti ve muhtemelen turne dönüşü benim konakta olmayacağımı düşünerek evden ayrılmıştı. Onun dışında her şey aynı ve rutin gibiydi. Herkes hayatına olması gerektiği gibi devam ediyordu. Levent Bey ise durmuyordu. Gece hayatına devam ediyordu. 

İdil'e söylememe rağmen Ayşe ile gitme fikrini konuşmadım ve beklemeye karar verdim. İdil, Avrupa turnesine başlamıştı. Şuan Amsterdam'da bir antik tiyatro da küçük bir gruba piyano resitali vermekle meşguldü sanırım. Suat abi ile konak arasında mekik dokuyordum. Bir akşam masa üzerindeki telefonum çaldı. 

Arayan Barış'tı ve sesi boğuk boğuktu. Tek bir cümle etti ve içimde her şeyin tuzla buz olduğunu hissetim:
- İdil öldü. 

Bir anlam veremiyordum. "Nasıl, nasıl, nasıl?" deyip duruyordum. Daha yeni tanıdığım ve hiç kardeşi olmayan bana kardeşlik duygusunu tattıran bir insan. Bu kadar çabuk nasıl ölebilirdi? Ölümünü telefonda Barış'ın ağzından duyduğum ilk andan itibaren kabul edemedim. Hazmetmek ise çok uzun sürecekti, benim için.

Hemen konağa koştum. Levent Bey, gelmişti. Gözaltları gece hayatının bıraktığı eserle kısa sürede çökmüştü. Ana salona girer girmez: "Nasıl?" diye sordum. 

Barış benden önce orada olan sessizliği bozarak:
- Amsterdam'da antik tiyatrodan sonra program dışında başka bir sahnede piyano çalıp çalamayacağı sorulmuş. O da kabul etmiş. Ve tavan aydınlatma spotlarından bir tanesi kafasına düşmüş. Ve aldığı darbeyle...

Sustu. Devam edemiyordu. Sormak zorunda hissettim.
- Peki şuan nerede?

Bu acı kaybı kabullenemeyen Gülşen Hanım:
- Amsterdam'da özel bir hastanenin morgunda. Bu akşam babası ve ben almaya gideceğiz. İstersen sende bizle gelebilirsin. Seni çok severdi...

İşittiğim her bir cümle sanki boğazıma saplanan bir bıçağa benziyordu. İnsanların bu acı karşısında neden sustuklarını daha iyi anlayabiliyordum. Herkes cenazeden sonra odalarına çekilip yas tutmak isteyecekti. Ve onlardan biri de bendim. Ancak ben bir odaya sığamazdım, Kendimi yollara vurarak teselli edebilirdim. 

Akşam ilk uçakla gittik. Önce anne ve babası morga girdiler. Ardından ben tek başına girdim. O soğuk morg kabininde yüzü hala hayata dair ışıltılar taşıyordu. Keşke onunla buruk ayrılmasaydık, diye içimden geçirdim. Eğildim ve alnını öptüm.

Cenazeye bütün basın gelmişti. Levent Bey, defin işlemlerinin ardından gece hayatını bırakıp konaktaki ayrı odasına çekildi. Ne Gülşen Hanım, ne Levent Bey sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde bir araya geliyordu. Zorunlu bir durum olmadıkça birbirlerine tek kelime bile etmiyorlardı. Barış ve ben sürekli odalarına giderek onlarla konuşuyorduk. 

Ayşe, Suat abi ve Bahri Bey'de gelerek Atamanlar'a baş sağlığı dilediler. Konak çıkışında Ayşe beni kapıda bekliyordu. Suat abi ve Bahri Bey gitmişti. Uzun süredir görüşmüyorduk. Merdivenlerden aşağıya indik. Sırtı bana dönük:
- Bu ölümde senin bir payın var mı?, diye sordu.

Sanki beni hiç tanımamış gibi acımasızca soruyordu:
- Böyle bir şeyi Levent Bey'e yapabilirdim. İdil, benim kardeşim. Ve yeni tanıdığım kardeşimi kaybetmenin acısı içindeyim. Kader bazen bizim yerimize intikam alır. Ancak bu intikamın bu şekilde olması tamamen kötü bir cilvesi.

Ayşe biraz daha uzaklaştıktan sonra ellerini havaya kaldırarak bana hayretler içinde kalmışçasına:
- Seni tanımasam, bir oyun yapıyor. Ve bu durumdan zevk alıyorsun, diye düşünürdüm. Üzüntünü görebiliyorum. Ve uzun süredir seni bekliyorum. Yok mu bir cevabın?

Ne demeliydim, şuan. Sürekli doğru şeyi yapmak gerçekten yorucuydu. Ona:
- Sana beni bekle ya da bekleme demeyeceğim. Ancak şuan bunları konuşmak istemiyorum.

Anlıyormuş gibi gözlerimin içine baktı. Ve gelip ellerini omzuma koyarak yüzümü sağ yanak tarafından öptükten sonra "Görüşürüz, sonra" dedi ve gitti. 

Evdeki yas çok ağırdı. Barış'ın çocukları da olmasa. Sanki bir harabeye sürekli kar yağıyormuşçasına bir hava vardı. Bu havanın dağılması da uzun süreceğe benziyordu. Çünkü; bu bir dağınık gazeldi. 

22. Aldanışlar

O akşam eve döndüğümde yorgun bir şekilde uykuya dalmıştım. Atamanlarda ise; bir kavga gürültü başını almış gitmişti. Gülşen Hanım eve çok gelmiş. Levent Bey, akşam yemeğine sofraya inmeyerek eşine olan soğukluğunu belli etmiş. Sonrasında Gülşen Hanım, Levent Beyin çalışma odasına giderek aralarında hararetli bir tartışma yanaşmış. İdil ve Barış, ebeveynlerinin tartışmalarına dahil olmayarak kendi odalarında kalmışlardı. 

Baş ağrısı ile uyandım, saat gün ortasına vuruyordu. Kalkıp, bir kahve getirmelerini istedim. Sonra kahveyi getiren hizmetçi vakıf olduğu bütün olayları sırasıyla anlattı. Hizmetçinin anlattıkları arasında bir kelime dikkat çekiyordu: "Aldattın beni..."

Sorular arka arkaya geliyordu: "Kim kimi, niçin aldattı?" Bu soruya hep aldatan karşı tarafı değil, kendini kandırmış olur, diyesim geliyor. Çünkü; aldatma eylemini yapan kişi bununla ilişkiyi zedeleyerek aslında kendi ruh dünyasındaki o stabil olan konumu dalgalandırmış oluyor. Ve nedense bu aldanışlar hayat boyu sürüp gidiyor. Ama bana sorarsanız aldanmaların en büyüğü kişinin kendini kandırmasıdır. Zamanla bu yalanlara kendisi de bir gerçekmişçesine başlar. Nevrotik bir vaka ele alınıp alınmaması tamamen sonrasında gelişen olaylara bağlıdır.

Ve Gülşen Hanım, evden çıkıp gitti.

Levent Bey, odasında sessiz kalarak onun gidişini bir nevi tescilledi. Barış, eşi ve çocuklarını alarak evden kısa bir süreliğine ayrılacağını söyleyerek uzaklaştı. İdil, arka bahçede ağır adımlarla bu olan biteni evin uzağından izliyordu.

Hava almak için evin arka bahçesine İdil'in yanına gittim. Gün yavaş yavaş akşama dönüyordu. Hafif bir rüzgar kımıldatabileceği bütün herşeye etki ederek olağan manzarının içinde salınışlar sergiletiyordu, bizlere.

Üzüntülüydü, kırgındı. Kafasında "Neden?" der gibi bir hali vardı. Gittim, yanına oturdum. Elinde çimden kopardığı parçaları daha küçük parçalara ayırarak bitmez tükenmez bir dönüşü tekrar edip duruyordu.

Önce ne olup bittiğini bütünüyle anlayıp anlamadığımı sordu. Bir aldatma olayı söylentisi evin içinde dolaşıyor. Ama baban mı anneni, annen mi babanı aldattığını anlayamadım, diye cevap verdim.

İdil, olaya bambaşka bir açıdan bakarak:

- Ne fark eder ki! Biri aldattığında otomatik olarak diğeri de bu ilişkiye bir manifesto havası vermiş olmuyor mu, artık?!

Aldatma eyleminde bir tarafın iradesinin yeterli olduğunu vurguluyordu. İki kişinin aldatması ise; bir açıdan kurumsallaşmış bir yalan halini alıyordu. İki tarafında birbirini aldatması ve bunu bilerek devam etmeleri üzerine bir müddet konuşma sürdü. Babasının annesini senelerdir başka kadınlarla aldattığını, annesinin bunu bildiğini ancak umursamadığını, daha sonrasında babasının bu başka kadınlar yüzünden annesine olan ilgisinin son derece zayıflayarak evdeki bir yabancıya dönüştüğünden bahsetti. Ve ardından bitmek tükenmez bir elemle "Neden?" demeye devam etti. Benden bir cevap bekler gibiydi bu soruya. Çünkü; bende bir erkektim ve buna mantıklı ya da mantıksız bir cevap vererek kökteki o hastalıklı hali anlamaya çalışıyordu.

Annemin hayatını mahveden ama fizyolojik açıdan babam olan bu adamın ailesi ile birlikte acı çekmesinden zevk mi alıyordum? Sadist bir insan değildim. Levent Ataman'ın birtakım sıkıntılar içerisinde ezilerek küçülmesini istiyordum. Ancak bu sıkıntıların ailesine yansımasını, onların sarsılmasını istemiyordum. Ama bu düşünce de saçmaydı. Bir insanın derin bir acı içindeyken ailesinin bütün olumsuz şeylere rağmen onunla az ya da çok acısını paylaşmaması pek mümkün değildi. İster istemez onunla ister acı, ister daha derin sorunlara yol açan durumlar olsun, paydaş olmamaları olası gözükmüyordu. 

Kalkıp, yürümeye başladık. Elinde yine yerden aldığı bir dal parçası ile "Neden?" sorusuna vereceğim cevabı beklemekteydi. İkimizde karşıya doğru bakarak yürürken:

- Ruh meselesi, sanırım. İnsan, eksikliğini çektiği şeylere daha kolay meyleder. Annen belki de çok uzun bir süre babanın ondan senelerdir esirgediği sevgisizliğin altında başka biriyle olmamak, babanla arasındaki ilişkiyi düzeltmek için çabalamış olabilir. Uzun bir süre sonuç alamadığında iki ihtimal kalıyor geriye?

Durup, yüzüme doğru dönerek:

- Kalan iki ihtimal ne? Onca olasılık içinde sadece iki olan ne?

Derin bir nefes alıp, uzun uzadıya anlatmaya başladım. Sorusuna:

- Aslında bir kadın her ne olursa olsun, bir erkekte bulamadığı, tatmin edemediği, bastıramadığı birçok duyguyu o anaç ruhuyla çocuklarına vererek bu açıdan uzaklaşma yoluna gider. Ya da ağırlıklı olarak intikam duygusuyla pek ilişiği olmasa da -ki çoğu insan bunun böyle olduğunu düşünür, başka bir erkekle duygusal bağ kurarak evlilik dışı bir ilişkiyi yaşamayı kendisince haklı sebepleri sıralayarak bu ilişkiyi yaşar. 

İdil, hala insanı affedemediğini, "Hayır, babamın hataları üzerine değil, o adamla gerçekten olmak istediği için babam onunla konuşmuyor. Neresinden bakarsan bak berbat bir durum bu. Bizim hayatımızı derinden etkiliyor. Abim, eşini ve çocuklarını alarak evden uzaklaşma yoluna gitti." dedi. Sonra sustu bir müddet. Kaldığı yerden devam ederek, "Bende gitmek istiyorum. Ancak aralarında saçma sapan bir durumun gelişmemesi için kalmak mecburiyetindeyim."

Yürümeye devam ettik. Uzun bir sessizliğin ardından, "Peki, şimdi ne olacak?"

Cevap, çok kesin ve netti: "Ayrılacaklar."

Adam, uzun senelerdir bunu basın önünde dahi neredeyse halka bile kabul ettirecek derecede aleni yaparken kadının girdiği bir çıkmazda yaşadığı acı bir sondu bu. "Gülşen Hanım, evliliğe bütün hatalara rağmen devam etmek istiyor muydu?" orasını pek bilemiyorum. Levent Bey, inişli çıkışlı bir hayatın faturasını daha fazla ödemek istemiyor gibiydi. İnceldiği yerden kopsun artık dercesine odasında konyağını yudumlayıp, muhtemelen işiyle ilgileniyordu şuan. Muhtemelen tek düşündüğü şeyse ailesine ve yakın çevresine bu açmazı daha fazla ortalığa saçılmadan bir şekilde noktalamaktı.

Kamuya mal olmuş evlilikleri, aralarında imzalanan protokolle tek celsede bitti. Basın boş durmadı. Önce Levent Ataman'ın bütün ilişkileri baştan sona ortaya döküldü. Annemin adı geçmiyordu, ortalık yerde. Lakin yakın çalışanları ile birçok ilişki yaşadığı üstü kapalı bir şekilde ima ediliyordu. Gülşen Hanımla ilgili en ufak bir konu geçmiyordu. Onun başaralı ve ailesini bir arada tutmaya çalışan kadın imajı altında Levent Ataman kendisine atılan bütün taşları göğüslüyordu. Gülşen Hanım nezaket gereği bir açıklama yaparak kurumsallaşan evliliklerine aile ilişkilerinin zedelenmemesi için bu şekilde bir ortak karar aldıklarını vurguluyor. Levent Ataman'a olan saygısını yine de bozmuyordu. 

Mal mülk paylaşımında Gülşen Hanım sadece Üsküdar sırtlarındaki bir villayı ve iki arabasını almış. Onun dışında kalan herşeyi çocuklarına bıraktığını söyleyerek daha fazla birşey talep etmemişti. Levent Ataman, bu ağır darbeye rağmen ona istediklerini vermeye hazır olduğunu çocukları vasıtasıyla yine de iletmişti. Gülşen Hanım, yine de birşey istemedi. Klinikteki hayatına ve erkek arkadaşıyla ilişkisine sessiz sedasız kaldığı yerden devam etti. 

Arada bir konağa gelir. Torunlarını görür ya da onlarla bir yerlere giderdi. Ayrılık sonrasında Levent Bey, daha da fütursuzca gece hayatlarına sınırsız saatler ayırarak kaldığı yerden yaşamına devam etti. Konağa gelmediği günlerin sayısı iki iken dört beş günlere kadar uzağı da oluyordu. 

Ne Barış ne de İdil, babalarına eski sıcaklığını göstermiyordu. Bu arada Ataman Holding bir takım maddi sıkıntılar içerisine girip, şirketlerin bazılarında çalışan çıkartarak küçülmeye gidilmesine rağmen Levent Bey hayatında bir değişikliğe gitmiyordu. 

Onunla sayısız restoran, bar ve gece hayatında bulunduktan sonra bu görevi başka bir korumaya devretmek istediğimi söylediğimde, "Daha yeni başlıyorum, hayata. Mutsuz musun?" diye sordu. Evde çocuklarının ve torunlarının bulunduğunu, orayla alakadar olmamın en azından gözünün arkasında kalmamasını sağlayacağını söyledim. Bunun üzerine "Peki," diyerek kendisi dilediği hayata bana başka bir söz söylemeyerek devam etti. 

Artık eski günler geride kalmıştı. Huzursuzluk konağın her odasında kendisini hissettiriyordu. İdil, Avrupa konserine hazırlanıyor. Onun dışında evin arka bahçesinde dolaşarak günlerini benimle geçiriyordu. Barış Bey ise; gazete ve ev arasında mekik dokurken, Gülşen Hanım arada bir uğruyordu. 

Günler böyle geçip gidiyordu, aldanışların içerisinde bir şeyleri arayarak...

7 Temmuz 2022 Perşembe

21 . Bir Hikâye: İşportacının Ölümü

   

    Buğusu ta mutfaktan gelen kahvesiyle Suat abi kapıda gözüktü. Bu gece işin yoksa burada kal. İçeride yer yapayım sana. Bizim Mehmet memlekete gitti. Onun yatağında yatarsın. Temizledim, çarşafları yeni değiştirdim sen gelmeden önce.

    Başımı sallayarak “olur” dedim. Suat abi geldi geçti köşesine. O meçhul insanlardan birinin hikayesine başladı o toklu sesiyle. Sanki bir hikaye kitabının içinden acıyı paylaşan bir insanın hissiyatıyla aktarıyordu tüm yaşananları.

    Bu bir sokak işportacısının ölümü… Sessiz sedasız ayrılışıdır. Dinle de ne insanlar var dünya da bir de öyle bak hayata…

    Sokaklara sulusepken kar atıştırıyordu. İnsanlar işlerinden çıkmış, evlerine dönme, bir yerlere yetişme telaşı içerisindeydiler. Arabalar, neon ışıklar, dükkanlara girip çıkan bir sürü insan, karınca misali oradan oraya gitmekteydi. Ortalıkta koşuşturmaca, canlılık, uğultu vardı dört bir yanda. Bu insanların arasında biri diğerlerinden daha aheste evine doğru yol almaya çalışıyordu. Üç tekerlekli işporta arabası üzerinde halden aldığı ürünlerin satılmamış bir kısmı durur halde iken; gelip geçenler arada sırada sırf kafaları o yöne doğru döndüğü için işportacıya doğru bakıyorlardı. Bakışlardaki donukluğu, umursamazlığı görüyordu işportacı.

    Yavaş yavaş ev dediği bodrum katındaki depoya giden yokuşun dibine vardı. Hiç olmadığı kadar dik gözüktü o ağır ağır yükselen asfalt. Bir süreliğine işporta arabasını kaldırımın kenarına dayayıp, yeleğinin cebindeki sigarasını çıkardı. Acelesi yoktu artık sabaha kadar. Ciğerlerine dolan dumanla maziler gözünde canlandı. Çocukluğu, yoksulluk içinde geçen gençliği, sonra hale gelişi. Sonra o yıllardaki gelecek hayalleri. İçinde bir yerlerde buruklukla beraber acı duydu tüm bu hatırladıklarından...

    Bir ev, içinde akşamları yolunu gözleyen o kadını, çocukları düşündü durdu yine bir süre...

    Şimdi hayatın sonuna yaklaşmışken hiçbiri yoktu yanında. Olmasına ne hacet ne de imkan vardı artık. Akrabalarıyla uzun yıllardır görüşmüyordu. Yıllardır şu yokuşun dibindeki evin bodrumunda yatıp kalkıyordu. Halden aldığı sebze meyveleri de burada muhafaza ediyor, depo niyetine  kullanıyordu burasını. Hem evi, hem ekmeğiydi şu dört duvar. Kaldığı yer bir bostan gibi kokuyordu çoğu zaman. Bir hafta mandalina kokusu, diğer hafta karnıbahar. Haftadan haftaya değişiyordu kokular.

    Aklına yıkanması gerektiği geldi. Evvela şu işporta arabasını eve yani depoya götürmeliydi. Lakin bir ses işitti. Bu hemen alt sokaktaki hamamın sahibi Mehmet Efendi idi. Ona doğru seslendi:

    - O gözüm sen burada mısın? Erken bitti anlaşılan işin. Sattın mı bari tüm malzemeleri?

    İşporta arabasının üzerinde duruyordu halden aldığı ürünün yarısı. "Eh işte!" der gibi kafa salladı. Hem satılsa da satılmasa da birdi onun için. Sonra Mehmet Efendi  kaldığı yerden ona takılmaya devam etti:

    - O kadar dedim sana. Bırak şu sebze meyve satmayı. Trenlerde işportacılık et. Hem trenlerin içi sıcak olur. Soğuklarda sokak sokak dolaşıp kendini hasta ediyorsun. Hadi trenleri istemedin bari pazar yerinde satış yap! dedi o babacan tavrıyla. 

    İşportacı güldü. Kafasından hesap etmişti pazar yerinde satış yapmayı. Ama bir türlü depo kirası, pazar tezgahı parasını denkleştiremiyordu. Birde habire ekstra masraflar çıkıyordu. Ah şu tütünü içmeseydi ya da biraz azaltsaydı. Belki para biriktirir. Pazar yerinde adamakıllı bir tezgah açabilirdi. Hem şu katariklerden de alırdı ayağının önüne. Kışın ayaklarını ısıtırdı orada ara ara. Birde birine borçlu kalmamaya dikkat ediyordu. Anlık olarak geçti her şey dimağından. Sonra kafasını kaldırıp Mehmet Efendi'nin rahat, geniş, sağrılı omuzlarına baktı. Sıkıldığını belli etmeden cevaben:

    - Keşke benimde bir hamamım olsaydı. Şu kış günlerinde orada gelen müşterilere takılır, günümü gün ederdim bende. Senin benimle şakalaştığın gibi...

    Mehmet Efendi onu yıkanması, ter atıp rahatlaması için hamama davet etti. İyi adamdı hamamcı. İşportacıdan bir kere bile hamam parası almamıştı. Hatta ara ara kalan malzemelerini fiyatının üstünden alır. İşportacının zararını amorti ederdi.

    İşportacı hamamın önüne doğru sürdü işporta arabasını. İçeride iki saate yakın kaldı. Malzemelerinin bir kısmını da Mehmet Efendi aldı. Oradaki müşterilere de işportacının sebze meyvelerinin kaliteli ucuz olduğunu söyledi. Müşterilerinde bir kısmının kalan sebze meyveyi alması ile işportacı arabasındaki ürünleri sattı.

    Cebindeki parayla ne yapmalıydı şimdi? Gidip kirayı mı ödemeliydi hemen? Zira işportacı arada kafa çekmeyi de severdi. Kimi kimsesi de yoktu. Arada sahile iner. Balıkçılardan birine oturur. Adamakıllı yer, mezelerle beraber rakı içmeye bayılırdı.

    İşporta arabası önde, o arkada vardılar balıkçıya. İşportacı o akşam çok iştahlıydı. Parası da vardı cebinde. Oturdu uzun süre denizdeki gün batımını seyretti yemek gelene kadar. Levrek mevsimiydi. Masaya da bir büyük söyledi. Mezelerde istediği gibiydi. Patlıcanlı olan mezelerden de söyledi. Hem ucuz hem de doyurucuydu ziyadesiyle.

    İşportacı gecenin geç saatlerine kadar yedi, içti. Hesabı ödeyip, işporta arabası önde yine o arkada evin yolunu tuttu. Ağzında sigarası, dilinde çocukluktan kalma bir türkü söyleye söyleye vardı yokuşun dibine...

    Hep ölmeden önce güzelce yıkanmak, adam gibi yiyip içmek, sonra da evinde ölmek isterdi işportacı...

    Yokuşu ipekten bir halının üzerinde yürürmüşçesine rahatça çıktı. Tam kapının önünde üzeri boş olan işporta arabasını içeri doğru geçirdiği sırada sol yanında ufak bir ağrı hissetti. İki üç kez kalp krizi geçirmişti. En son kalp krizinde doktor "Bir daha yoklarsa ölümcül olur. En iyi ihtimalle felç kalırsın!" demişti işportacıya...

    Sağ eliyle tuttuğu işporta arabası deponun içine doğru kayıp gitti. Sol eliyle kapıyı tutup, sağ elini böğrüne attı. Gömleğindeki düğmeleri gevşetip kendini rahatlatmaya çalıştı. Ancak dalga dalga gelen ağrıya bir türlü mani olamadı. Kafası önde, ayakları arkada tam eşiğin üzerine yuvarlandı, kaldı. Gecenin kör saatleriydi. Sokakta bile iki üç saatte bir kişi ancak geçerdi...

    Sabaha doğru don yaptı şehir. İşportacıyı kaskatı buldular eşikte...

    Adli bir tahkikattır başladı. Kimse ölürken yoktu yanında anlaşılan. Hamamcıyı çağırdılar. Lokanta sahibi geldi. Suallere cevap verildi.

    Kimseye borcu yoktu işportacının. Lakin hayattan birçok alacağı olduğu halde hiçbirini alamadan gitmişti. 

    Kent kendi hengamesine kaldığı yerden devam etti sabah. Ağaçların arasına sis çökmüştü. Tanrı işportacının ölümü için küçük bir gözdağı veriyordu adeta şehre, insanlara. Kuşlar acıklı acıklı ötüyordu. Hicran çökmüştü her yana. O gün kimse neşeli birgün geçirmedi.  İnsancıkların işleri biraz aksi gitti.  Görevliler, hamamcı ve lokanta sahibinin dışında hiç kimsenin haberi olmadı işportacının ölümünden. Kalabalık kendi gürültüsü ile olanları bastırdı. Aynı bir dereye düşen taşı yutan sular gibi...

    Ve işportacıyı gömdüler "Kimsesizler Mezarlığı'na…"

    Bazıları öyle sessiz sedasız gelir gider ki aramızdan hiçbirimizin ruhu duymaz bu geliş gidişleri. Ve çoğu insan sadece kendi dertlerini büyük acılardan sayar… 

    Suat abi, hikayesini bitirmiş yüzüme bakıyordu. Hikayenin çehremde bıraktığı etkiyi görmek ister gibi bir hali vardı. Dalgın ve yorgundum. Bu arada birşeyler olup bitiyordu yine hayatın olağan akışında...

20 . Sevgi Neydi?


Uzanmış göğü izliyorduk beraber,

Kuşlar son kez kanat çırpıyordu yazın sonunda,

Ölümün gözleri uykuluydu,

Görmüyordu bizi hiç kimse,

Sanki evrenin kıyısında unutulmuş,

Kovulmuş birer mülteciydik,

Sevgi neydi gerçekten?

Adanmışlık mı?

Kendinden vermek mi sürekli?

Uykusuzluk peki, perişanlık,

Hayır hayır,

Sevgi herşeye rağmen insan kalabilmekti,

Başka bir yola girdiğinde bile,

Hala onu düşünmekti…



    Atamanların evine karma karışık duygular içerisinde vardım. İdil odasındaydı. Tam odama geçeceğim sırada muhtemelen oda hizmetçilerden biri haber vermişti geldiğimi. Merdivenleri çıktığım sırada adımı seslendi…

    - Hoş geldin. Babamla konuştunuz mu? diye sual etti.

    Yüzüne bakamıyordum İdil’in. Halbuki doğru olanı yapmıştım. Neden utanıyordum. Bir an dahi onu karım olarak düşündüğüm için mi? Babadan bir, anneden ayrıydık. Onun haberi yoktun bundan ama ben biliyordum. Bu düşünce bile onun yüzüne bakarken utanmama neden oluyordu.

    “Evet” diyebildim kısık sesle. O sevinçliydi. Ben ise perişan. Sonra arkamı dönüp başka bir şey demeden bahçeye çıktım. Arkamdan geldi.

    Anlıyordu yavaş yavaş…

    “Mümkün değil İdil.” deyiverdim.

    - Neden ama, ne engel buna, diye karşılık verdi.

    Nasıl anlatmalıydım. Ne söylemeliydim. Doğru olanı yaptığım halde açıklamam imkansızdı. Ayakta durmak yerine oturmayı önerdim. Sahil önümüzde uzanıyordu. Boğazın müthiş manzarası şimdi içime ağır bir hava veriyordu nedense.

    Söze nereden başlamalıydım. Sanırım yüzeysel de olsa bir şeyleri anlatmalıydım ona. Yüzümü ona doğru dönerek;

    - Büyüdüğüm yurtta bir sürü çocuk vardı. Sürekli kavga ederdik. Çocukken hep bir kardeşim olsun istemişimdir. Olmadı. Yalnız büyüdüm. Seninle ilk denk geldiğimizde hatırlıyor musun o anı. Uzun uzun bakmıştın bana. İçimde hissettiğim şeyi ilk defa duyumsuyordum. Öyle güzelsin ki… Seni sevmemek mümkün değil… Hem, hem…

    İdil sezinlemişti. O da durgunlaştı. Yüzünü denize doğru çevirdi. “Lütfen söyle, anlarım seni.” dedi ve sol elimi iki elinin arasına alarak cevabımı bekledi:

    - Ayşe…

    Konuşamadık bir süre. Öylece denize baktık. Yanımdan ayrılırken tek kelime etmedi. Bir müddet daha kaldım. Gün ışığını alıp akşamı getirdi. Hafif esinti çıktı.

    Hizmetlilerden birine haber verip sokaklara yürümeye başladım. Ayaklarım beni Suat abinin kafesine doğru sürüklüyordu. Bahri Bey kesin oradadır yine. Ara ara Levent Bey de uğruyordu.

    Vardığımda Suat abiyi yalnız tek başına kahve içerken buldum. Onda da bir durgunluk vardı. Buyur etti beni. Bana da bir kahve yaptı ve başladık yine güzel olan, insana dair şeyleri anlatmaya, konuşmaya…

    Suat abi sözü benden alıp bir hikaye anlatmak istediğini dile getirdi. Onun da dalgın bir hali vardı bugünlerde, biraz üsteledin ama anlatmak istemedi. Zorlamak istemedim.

    - Bu dünya da bazı insanlar vardır ki sadece gelip giderler bu cihana. Lakin yine de birileri hatırlar onları, anlatır hikayelerini diğerlerine. Hem insanın acısını yine insan alır evlat, dedi.

    Kahveleri tazeleyip, hikayesini daha sonra devam etmek üzere işletmenin mutfağına doğru geçti Suat abi. Dalmıştım karışık düşüncelere, annemin ölümü kafamı kurcalayıp duruyordu. Babamın bir parmağı var mıydı bu ölümde? Yoksa elem dolu bir trafik kazası mıydı olanlar…

    Bekleyip duruyorduk sırası gelecek diğer şeyleri metanetle çekmek için. Hayat bundan mı ibaretti yoksa sadece? Ya sevgi o neydi aslında?

19 . Renklerin Dünyası

    

    Günler artarda dizilmiş vagonlar misali geçiyordu önümden. Ataman Ailesi’nin bir parçası sayılıyordum artık. İdil ile kardeşten öteydik. Bursa Gezisi daha doğrusu Bursa’daki esaret günleri iki ay kadar sürmüştü. Levent Ataman ne yapıp edip kendisine saldıran grupla bir anlaşmaya varmış.  Aralarında sulh yapmış gözüküyorlardı. Fırtınalı denizde iki günlük dinginliğe benziyordu bu…

    Levent Ataman’ın ihtiraslı bir kişiliği vardı. Kendisine yapılan saldırıyı hazmedemiyor. Ciddi bir zarar görmüş olması halinde; kaybının büyük olacağını, hasımlarının ailesine bir kurt sürüsü gibi saldırarak ellerinde ne varsa alıp hiç edeceklerini biliyordu. Bu durumu sineye çekmiş gözüküyor izlenimi veriyordu kamuoyuna, düşmanlarına, ailesine. En çokta ailesi böyle soğukkanlılıkla durumu karşılamasına hem şaşırıyor hem de mutlu oluyordu.

    Bir gün ofisinde kapının sağında duran büyük masada elimdeki bir romana dalmış okurken birden içeri girdi. Masasında bulunan viskisinden özel bardağına bir iki parmak kadar doldurup tek seferde kafaya dikti. Sinirleri yıpranmıştı. Belli etmemeye çalışıyordu. Camdan, kaosu sürekli hatırlatan dış dünyaya bakarak:

    - Sahip olduğum şeylerin içinde bana tek değerli gelen o kadın. Bazen ailemi bırakıp, onu yanıma alıp, buradan her şeyden uzaklaşmak istiyorum. Sonra itibarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum. Anlıyor musun? diye cümlesini tamamladı.

    Bende pek anlamadığım halde anlıyormuş gibi kafamı salladım. Umurumda bile değildi onun hayatı. İntikam dürtüm olmasa bir dakika bile durmazdım yanında, bu evin içinde.

    Geçen iki yılda aileyi çok yakından tanıyıp neredeyse çoğu sırrına vakıf olmuştum. Özellikle İdil beni kardeşi olarak gördüğü için aile ile ve kendisiyle ilgili tüm detayları uygun zamanlarda anlatıp duruyordu. Uzun söyleşiler arasında küçük sırlar veriyordu bana. Bunlar ileride elimi güçlendiren, Levent Ataman’a karşı kullanacağım, en büyük kozlarım olacaktı ilerleyen günlerde.

    Levent Ataman masasının başında dönüp ardından şaşalı koltuğuna oturdu. Sanki bütün zenginliği, gücü, iradesi, var olan olmayan hikmeti bu koltuk ona sağlıyordu. Ellerini iki koltuğun yanlarına dayayıp:

    Evlenmeyi düşünmüyor musun? diye sordu.

    Şu koşullar altında aklımın ucundan bile geçmiyordu evlilik. Bir kadına acıdan başka ne verebilirdim ki. Hayat böylesine boş ve intikam doluyken. Cevaben:

    - Uzun süredir bitirmem gereken bir iş var. Ailevi bir mesele… Onları sonuçlandırdıktan sonra olabilir. Ayrıca evlilik müessesine inanmıyor. Orta sınıf ailelerin çoğu şirket yönetir gibi yürütüyor evliliklerini. Bana sıcak gelmiyor artık. Onun yerine anlaşabildiğim bir insanla; samimi, sıcak ve mantıklı bir ilişkiyi evlilikten üstün tutuyorum. Bu benim için kafi dedim.

    O hınzır gülüşüyle “Aferin çocuk” dedi. “Çözmüşsün hayatı. Anlamışsın. Sonuçlar çıkarmışsın. Bence de evlilik saçma. Ama ne yaparsın bizim devrimizde modaydı bir kere. Bizde evlendik. Şimdiki aklım olsa hayatta evlenmezdim. Hadi evlendim çocuk katiyen yapmazdım.”  dedi.

    Odaya nasıl bir hışımla girdiyse yine cümlesini tamamlamasının ardından öyle çıkıp gitti. O kadının yanına gidiyor diye düşündüm.

    Aşağıdan beni güvenlik şefi arayıp, Levent bey seni istiyor. Senin de onunla gelmeni istiyor. Dedi.

    Tehlike geçeli hayli bir zaman olmuştu. Güvenlik sayısı artırılmış. Benim dışımda iki yakın koruma daha tutmuştu kendisine. Beni evde tutuyor. Günlük rutin olaylar üzerine sohbet ediyorduk. Sıkıntılı gördüğü toplantı ve diğer etkinlerde sadece yanında istiyordu beni.

    Son zamanlarda her şeyden şüphelenir olmuştu. İşe yeni giren güvenliklerin özgeçmişlerini, onların akrabalarını araştırma görevini bana vermişti. Güvenliklerin hepsini ben gözlemliyor. Ona rapor ediyordum.

    Güvenlik şefinin aracına bineceğim sırada. “Yanıma gel hele şöyle,” dedi Levent Bey. Ben kendisine “patron” diye hitap ediyordum. “Pekala patron” deyip arabanın arka koltuğunda yanına ilişiverdim.

    Bana artık “patron” demeni istemiyorum. Şaşırdım. Ne dememi istiyordu. Anlayamadım. Açıklama getirmek için kullandığı kelime beni beynimden vurmuştu.

    “Baba…” demeni istiyorum. Anlayamadım, diye cevap verdim.

    Yine uzun yoldan anlatacaktı. Rica edip direkt açıklamasını istedim. “Pekala” dedi. Söze girdi.

    - İdil dün akşam yanıma geldi. Uzun uzun seni bana anlattı. Bende “iyi çocuk, severim kendisini” dedim. Lafın sonunda kendisiyle evlenmek istiyorum dedi. Açıkçası ben evliliğe karşıyım. Ama kızımın mutluluğunu bu dünyada her şeyden yeğ tutarım. Sabaha kadar uyuyamadım. Ölçtüm. Tarttım. Dedi.

    Sinirden midir? Heyecandan mıdır? Bilmiyorum. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, rengim atmıştı. Vereceğin kararın olumlu olmaması için “Kızımı sana vermemeye karar verdim” demesini bekliyordum.

    Sözüne soğuk bir ton yerine tamamiyle samimi aileye kabul edilmiş olduğumu gösterir şekilde sol eliyle, sağ omuz başıma dokunarak “Artık bana baba diyebilirsin.” dedi.

    Sustum. O kısa an bir asırmışçasına uzadı içimde. Kabul etmediğimi, nedenlerini, ailevi sorunlarım nedeniyle evliliği düşünmediğimi biraz evvel konuştuğumuzu hatırlattım. Lakin beni ikna edeceğini düşünerek yine de söylemişti.

    İdil’i bir sevgili değil de kardeşim gibi sevdiğimi söyledim. Özrümü kabul etmelerini rica ettim.

    Önce kızıyla evlenme teklifimi reddetmeme bozuldu. Zira ülkenin ileri gelen ailelerinden biriydi. Herkes onun kızıyla evlenmek isterdi. Beni sabırla dinledikten sonra “mantıklı olanda bu zaten” dedi. Peki bu durumu İdil’e anlatmak görevi senin.

    Yol almak, bir şeyleri başarmak ne kadar zordu. İntikam alırken bile ahlaklı olmaya çalışıyordum. Başkası olsa kızıyla evlenir. Kızına türlü cefalar çektirir. Mal varlığı kızı üzerinden kendisine aktarmaya çalışır. Kızıyla evlenip tüm sosyetenin önünde aldatmam bile sansasyon yaratmaya yeterdi. Fakat ben böyle dövüşmek istemiyordum. Bel altı vurmak, hele ki genç bir kızın duygularını inciterek ailesinden intikam dürtümü tatmin etmek ahlaklı bir davranış değildi. Benim hesabım karşımda bana evladı gibi davranan, canını ellerime kuş gibi bırakan, hayatının son demini yaşayan bu adamlaydı. Ne olursa olsun. Geri kalan günlerini ona zindan edecek. Zirveden sıfıra sürüklenişi gram gram o elindekilerini kaybederken bense büyük bir zevkle yanında bunları izleyecektim. Ve her defasında bana koşacaktı. Yanındaki insanlar onu terk ederken, ben her derdinde yanında olacak. Onu teselli edecektim. Böylece tüm çıkış kapılarını bilecek. Her defasında tam bu çıkmazdan kurtulduğunu düşünürken yeni bir tuzağın içine düşecekti. Böylece ebedi çukuruna her gün adım adım, azar azar yaklaşacaktı.