Günler artarda dizilmiş vagonlar misali geçiyordu önümden. Ataman Ailesi’nin bir parçası sayılıyordum artık. İdil ile kardeşten öteydik. Bursa Gezisi daha doğrusu Bursa’daki esaret günleri iki ay kadar sürmüştü. Levent Ataman ne yapıp edip kendisine saldıran grupla bir anlaşmaya varmış. Aralarında sulh yapmış gözüküyorlardı. Fırtınalı denizde iki günlük dinginliğe benziyordu bu…
Levent Ataman’ın ihtiraslı bir kişiliği vardı. Kendisine yapılan saldırıyı hazmedemiyor. Ciddi bir zarar görmüş olması halinde; kaybının büyük olacağını, hasımlarının ailesine bir kurt sürüsü gibi saldırarak ellerinde ne varsa alıp hiç edeceklerini biliyordu. Bu durumu sineye çekmiş gözüküyor izlenimi veriyordu kamuoyuna, düşmanlarına, ailesine. En çokta ailesi böyle soğukkanlılıkla durumu karşılamasına hem şaşırıyor hem de mutlu oluyordu.
Bir gün ofisinde kapının sağında duran büyük masada elimdeki bir romana dalmış okurken birden içeri girdi. Masasında bulunan viskisinden özel bardağına bir iki parmak kadar doldurup tek seferde kafaya dikti. Sinirleri yıpranmıştı. Belli etmemeye çalışıyordu. Camdan, kaosu sürekli hatırlatan dış dünyaya bakarak:
- Sahip olduğum şeylerin içinde bana tek değerli gelen o kadın. Bazen ailemi bırakıp, onu yanıma alıp, buradan her şeyden uzaklaşmak istiyorum. Sonra itibarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum. Anlıyor musun? diye cümlesini tamamladı.
Bende pek anlamadığım halde anlıyormuş gibi kafamı salladım. Umurumda bile değildi onun hayatı. İntikam dürtüm olmasa bir dakika bile durmazdım yanında, bu evin içinde.
Geçen iki yılda aileyi çok yakından tanıyıp neredeyse çoğu sırrına vakıf olmuştum. Özellikle İdil beni kardeşi olarak gördüğü için aile ile ve kendisiyle ilgili tüm detayları uygun zamanlarda anlatıp duruyordu. Uzun söyleşiler arasında küçük sırlar veriyordu bana. Bunlar ileride elimi güçlendiren, Levent Ataman’a karşı kullanacağım, en büyük kozlarım olacaktı ilerleyen günlerde.
Levent Ataman masasının başında dönüp ardından şaşalı koltuğuna oturdu. Sanki bütün zenginliği, gücü, iradesi, var olan olmayan hikmeti bu koltuk ona sağlıyordu. Ellerini iki koltuğun yanlarına dayayıp:
- Evlenmeyi düşünmüyor musun? diye sordu.
Şu koşullar altında aklımın ucundan bile geçmiyordu evlilik. Bir kadına acıdan başka ne verebilirdim ki. Hayat böylesine boş ve intikam doluyken. Cevaben:
- Uzun süredir bitirmem gereken bir iş var. Ailevi bir mesele… Onları sonuçlandırdıktan sonra olabilir. Ayrıca evlilik müessesine inanmıyor. Orta sınıf ailelerin çoğu şirket yönetir gibi yürütüyor evliliklerini. Bana sıcak gelmiyor artık. Onun yerine anlaşabildiğim bir insanla; samimi, sıcak ve mantıklı bir ilişkiyi evlilikten üstün tutuyorum. Bu benim için kafi dedim.
O hınzır gülüşüyle “Aferin çocuk” dedi. “Çözmüşsün hayatı. Anlamışsın. Sonuçlar çıkarmışsın. Bence de evlilik saçma. Ama ne yaparsın bizim devrimizde modaydı bir kere. Bizde evlendik. Şimdiki aklım olsa hayatta evlenmezdim. Hadi evlendim çocuk katiyen yapmazdım.” dedi.
Odaya
nasıl bir hışımla girdiyse yine cümlesini tamamlamasının ardından öyle çıkıp
gitti. O kadının yanına gidiyor diye düşündüm.
Aşağıdan beni güvenlik şefi
arayıp, Levent bey seni istiyor. Senin de onunla gelmeni istiyor. Dedi.
Tehlike geçeli hayli bir
zaman olmuştu. Güvenlik sayısı artırılmış. Benim dışımda iki yakın koruma daha
tutmuştu kendisine. Beni evde tutuyor. Günlük rutin olaylar üzerine sohbet
ediyorduk. Sıkıntılı gördüğü toplantı ve diğer etkinlerde sadece yanında
istiyordu beni.
Son zamanlarda her şeyden şüphelenir
olmuştu. İşe yeni giren güvenliklerin özgeçmişlerini, onların akrabalarını
araştırma görevini bana vermişti. Güvenliklerin hepsini ben gözlemliyor. Ona
rapor ediyordum.
Güvenlik şefinin aracına
bineceğim sırada. “Yanıma gel hele şöyle,” dedi Levent Bey. Ben kendisine “patron”
diye hitap ediyordum. “Pekala patron” deyip arabanın arka koltuğunda yanına
ilişiverdim.
Bana artık “patron” demeni
istemiyorum. Şaşırdım. Ne dememi istiyordu. Anlayamadım. Açıklama getirmek için
kullandığı kelime beni beynimden vurmuştu.
“Baba…” demeni istiyorum.
Anlayamadım, diye cevap verdim.
Yine uzun yoldan
anlatacaktı. Rica edip direkt açıklamasını istedim. “Pekala” dedi. Söze girdi.
- İdil dün akşam yanıma
geldi. Uzun uzun seni bana anlattı. Bende “iyi çocuk, severim kendisini” dedim.
Lafın sonunda kendisiyle evlenmek istiyorum dedi. Açıkçası ben evliliğe
karşıyım. Ama kızımın mutluluğunu bu dünyada her şeyden yeğ tutarım. Sabaha
kadar uyuyamadım. Ölçtüm. Tarttım. Dedi.
Sinirden midir? Heyecandan
mıdır? Bilmiyorum. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, rengim atmıştı. Vereceğin kararın
olumlu olmaması için “Kızımı sana vermemeye karar verdim” demesini bekliyordum.
Sözüne soğuk bir ton yerine
tamamiyle samimi aileye kabul edilmiş olduğumu gösterir şekilde sol eliyle, sağ
omuz başıma dokunarak “Artık bana baba diyebilirsin.” dedi.
Sustum. O kısa an bir asırmışçasına
uzadı içimde. Kabul etmediğimi, nedenlerini, ailevi sorunlarım nedeniyle
evliliği düşünmediğimi biraz evvel konuştuğumuzu hatırlattım. Lakin beni ikna
edeceğini düşünerek yine de söylemişti.
İdil’i bir sevgili değil de
kardeşim gibi sevdiğimi söyledim. Özrümü kabul etmelerini rica ettim.
Önce kızıyla evlenme
teklifimi reddetmeme bozuldu. Zira ülkenin ileri gelen ailelerinden biriydi.
Herkes onun kızıyla evlenmek isterdi. Beni sabırla dinledikten sonra “mantıklı
olanda bu zaten” dedi. Peki bu durumu İdil’e anlatmak görevi senin.
Yol almak, bir şeyleri
başarmak ne kadar zordu. İntikam alırken bile ahlaklı olmaya çalışıyordum. Başkası
olsa kızıyla evlenir. Kızına türlü cefalar çektirir. Mal varlığı kızı üzerinden
kendisine aktarmaya çalışır. Kızıyla evlenip tüm sosyetenin önünde aldatmam
bile sansasyon yaratmaya yeterdi. Fakat ben böyle dövüşmek istemiyordum. Bel
altı vurmak, hele ki genç bir kızın duygularını inciterek ailesinden intikam
dürtümü tatmin etmek ahlaklı bir davranış değildi. Benim hesabım karşımda bana
evladı gibi davranan, canını ellerime kuş gibi bırakan, hayatının son demini
yaşayan bu adamlaydı. Ne olursa olsun. Geri kalan günlerini ona zindan edecek.
Zirveden sıfıra sürüklenişi gram gram o elindekilerini kaybederken bense büyük
bir zevkle yanında bunları izleyecektim. Ve her defasında bana koşacaktı.
Yanındaki insanlar onu terk ederken, ben her derdinde yanında olacak. Onu
teselli edecektim. Böylece tüm çıkış kapılarını bilecek. Her defasında tam bu
çıkmazdan kurtulduğunu düşünürken yeni bir tuzağın içine düşecekti. Böylece
ebedi çukuruna her gün adım adım, azar azar yaklaşacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yap: