7 Temmuz 2022 Perşembe

18 . Bir Kale En Kolay İçten Yıkılır

   

    Bursa yolunda üç araba makul bir hızda asfalt yoldan ilerliyordu. En önde zırhlı, özel kişilere ait plaka bulunan, Mercedes marka bir makam aracı. Arkasında camları filmli bir minibüs. Onun ardında emniyet tarafından görevlendirilen sivil iki polisin içinde olduğu siyah renkli sivil bir araç seyir halindeydi.

    Levent Bey ve ailesi sanılanın aksine öndeki makam aracında değil. Sondaki camları filmli minibüsün içerisindeydi. Güvenlik önlemi olarak bu fikir benden çıkmıştı.

    Hepimizin tek bir minibüste bulunması biraz tuhaftı. Belki de tüm aile nadir anlar dışında bir arada bulunuyordu.

    Yola çıktığımızda arabada biri dışında herkes susmayı tercih etmişti. Gülşen hanım endişe içinde düşünceye dalmış. Etrafı seyrediyordu. Kahkahası ile sanki o geceyi hiç yaşamamış şuan bir tatile çıkmışız gibi davranıyordu Levent Bey.

    - Torunumun tayı baya büyümüştür. Atalay, “Doruk” ile kırlara bir gezinti yaparız beraber. Küçük gölete de bir bakarız. Balıklar hala duruyor mu? Bakalım.

    Levent beyin, Barış'a bakarak söylediği bu sözler Atalay'ı mutlu etmişti.

    Seyahat süresince Levent Bey felaketten son anda kurtulmuş, son mutlu anlarını yaşayan ihtiyar bir adam olarak gözükmüştü bana.

    Yol boyunca İdil ile bol bol sohbet ettik. Gülşen hanımın korumacı bakışları olmasaydı sohbetimiz daha uzun ve keyifli olabilirdi. Zengin ve aristokrat ailelerde ebeveynler genelde bir alt tabakadan olarak gördükleri insanlarla çocuklarının arkadaşlık kurmasını istemezlerdi. O yüzden bu bakışları yadırgamadım.

    İstanbul'dan her kilometre uzaklaştıkça evler, apartmanlar, iş hanları, karbondioksitli hava, insan kalabalığı azalırken yerini doğal topraklara, hayvan seslerine ve temiz havaya bırakıyordu.

    Bu yolculuk bana da iyi gelecekti. Ataman ailesini bir arada ve epeyce yakından tanıyacaktım. Hırslarını, iç çekişmelerini ve özellikle nadir olan mutluluklarına şahit olacaktım. İstemeyerek de olsa bu bir haftalık tatilin parçası olmuştum.

    Önce verimli araziler üzerinde kurulu zeytin ağaçları, sonra hipodromlara damızlık tay yetiştiren büyük at çiftliklerini geçtik. Ve nihayet Atamanların çiftliği gözüktü. Üç araba da sırayla çiftliğin kapısından içeri girerek avluda durdu.

    Ardından öğle yemeğinde buluşmak üzere çiftlik kahyası Rüstem Beyin nezaretinde bütün yol yorgunu ev sahipleri ve misafirler odalarına dağılmıştı.

    Odalar sade ve kullanılışlı sadece temel ihtiyaçlara göre döşenmişti. Bir yatak, bir şifonyer ile yatağın karşısında büyükçe beş çekmecesi bulunan dolap ve üzerinde küçük bir televizyon mevcuttu. Ayrıca odaların hepsinin avluya ve arka bahçeye açılmak üzere iki balkonu bulunuyordu. Avluya bakan balkonda orta boyda bir masa ve sandalyeleri vardı.

    İlk işim masa ve sandalyeleri arka bahçeye açılan- yani at çiftliğinin doğaya açılan kısmındaki balkona taşımak oldu. Sonra güzel bir banyo yapıp, öğlen yemeğine kadar uyudum.   

    Öğlen yemeğinin hazır olduğunu Rüstem Bey, misafirleri oda oda dolaşarak haber veriyordu. Kapım çalındığında hala uykudaydım. Yemeğin hazır olduğunu haber vermesi ile kalkıp hazırlandım.

    Avluda olan öğle yemeği, büyük bir sofra etrafında kurulmuştu. Anlaşılan akşam yemeği daha şatafatlı olacak eminim dedim. Akşam olunca gördüm ki: dediğimden de iyi hazırlanmıştı akşam yemeği.

    Levent Bey ve ailesi şerefine kahyası Rüstem efendi tam beş koçu toprağa devirdi.

    Çevrede oturan durumu iyi olmayan ailelere, ihtiyaç sahiplerine kurban eti sessiz-sedasız dağıtıldı.

    Rüstem efendi, Levent Beyin eskiden uzunca bir süre şoförlüğünü yapmış, kendisi Atamanların evinde dünyaya gelmişti. Levent Beyin babası Şahin Bey, Rüstem beyin babasını yanına konağa almış. Hem Rüstem Beyin babası Hasan Ali'yi, hemde sonradan gelecek kuşağı Atamanlara hizmet etmesi için yetiştirmişti.

    Gerçi Levent Bey, Rüstem efendi ile bir uşak – efendi ilişkisi içinde değilde, bir abi – kardeş havasında konuşuyordu hep. Levent Bey, Hasan Ali Beyin tek çocuğuydu. Şımarık yetiştirilmiş ve iyi okullarda okutulmuştu. Rüstem efendi çocukluk ve gençlik yıllarında Levent Beyin sahip oldukları nedeni ile onu çok kıskanmış ama zamanla aralarındaki muhabbet arkadaşlığa dönüşmüştü. Rüstem efendi tüm bu güzel yaklaşıma karşılık gönül borcu ödermişçesine çok saygılı davranıyordu. Her zaman Atamanların ne istediklerini önceden bilerek olması gerekenleri planlar ve yapardı.

    Çiftlikte ilk gün öğle ve akşam yemeğinin yenilmesi, güvenlik önlemleri alınması için kolluk güçleri tarafından yapılan ve Levent Bey ile çiftlik korumaları ve benim bulunduğum bir toplantı ile sonlandı. Toplantının ardından herkes odalarına dağıldı. Aileden hiç kimse güvenlik önlemleri nedeni ile ilk gün dışarı çıkmamıştı.

    Yolda ve toplantılarla geçen yorucu bir günü tamamlamış odama geçmiştim. Televizyonu açıp kanallara bakmaya başlamıştım. Kapımın çalınması ile uzandığım yatağımdan kalkıp açmadan “Kim o?” dedim.

    Kapının önünde İdil'in sesini duydum.

    Kapıyı açabilir misin? Bora. Benim İdil.

    Şaşırmıştım. Kapıyı açarak kendisini içeriye aldım. Odada biraz gezindikten sonra İdil:

    - Senin ön balkonunda masa ve sandalye yok mu?

    Arka balkona taşıdığımı söyledim. Neden? Diye sorunca avluda gidip gelenler olduğu için arka balkonun daha sessiz olduğunu söyledim.

    Oturmak üzere arka balkona geçtik. Söze:

    - Buralar çok güzel. İstanbul'daki hayat nerede? Buradaki doğallık ve sakin hayat nerede? İnsan arada böyle yerlere kaçmak istiyor. Kendini dinlemek için biraz.

    Uzayıp giden orman ve içindeki ağaçlar, gecenin içinde bir işaret misali takılı duran yıldızlara bakıyorduk ikimizde. İdil:

    - Haklısın. Yalnız fazla huzurda sıkar insanı. Şöyle iki üç aydan sonra sıkılırsın buralardan. Dönmek istersin yine kalabalığa, insanların arasına.

    Bir süre ikimizde sustuk. Sonra aniden masadan aniden kalkıp hemen döneceğini söyledi. Döndüğünde elindeki tepside iki türk kahvesiyle kapıdaydı.

    Laf lafı açtı. Türk kahvesi muhabbetimizi kallavi bir havaya taşıdı. Nelere ilgi duyduğumu sordu. Mesleğim gereği silahları, arabaları ve teknolojik aletleri sevdiğimi söyledim. İdil muzipçe gülüp:

    - Diyelim istediğin kadar paran var. Arabalardan hangisine sahip olmak isterdin?

    Cevabım çok netti:

    - Kazanmadığım bir parayla aldığım bir arabaya, sahip olmak istemezdim.

    Hediye vermeyi seviyordu anlaşılan. Ama ben almayı sevmiyordum. Adetim değildi.

    Hele ki: bir can borcuna karşılık sayılan hediyeleri hayatta kabul edemezdim. İdil'e ailesinin bana babasını suikast girişiminden kurtarmama karşılık son model bir araba hediye edeceklerini anlamıştım. Sadece hangi arabayı özellikle istediğimi öğrenmeye çalışıyorlardı.

    İdil biraz sitemkar bir şekilde:

    - Bunda ne var? Canım. Sen kendi canını riske ettin babam için. On tane araba alsak ödeyemeyiz borcumuzu.

    Hınzırca bir şeyler söylemek geçiyordu içimden:

    - O zaman sizde benimkini kurtarınca ödeşiriz. Bakın İdil hanım sizi anlıyorum. Bende ailenizin yerinde olsam böyle bir jestle karşılık vermek isterdim. Ben zaten zorla verilen iki maaş ikramiye aldım babanızdan. Kafi ve yeterli. Ailenizin düşünmesi bile benim için yeterli.

    Kahvemiz bitmişti. İdil hanımın geliş amacı belli olmuş. Muhabbetimizin sonu da bu akşamlık böylece yaklaşmıştı. Kendisini uğurlayıp derin bir uykuya daldım.

    Yeni güne Ayşe'nin telefonuyla uyandım. Neşe denilen kelimenin tam olarak karşılığı bende oydu. Yaptığı hiçbir işte en küçük enstantaneyi bile kaçırmıyordu. Bir ajanda bile onun kadar hazırlıklı değildi güne.

    Telefonu açıp:

    Buyrun benim diyerek açtım.

    Keyfim yerinde olduğunda hep böyle açardım telefonu. Ayşe havamda olduğumu anladı.

    Allah neşenizi artırsın Beyefendi. Uyuyor musun? Hala. Yoksa kahvaltıda mısınız? Hem kuzum sen nerelerdesin? Bir iki gündür sesin soluğun çıkmıyor senin. Beni aramakta yok. Ohhh.

    Başımdan şu Birkaç günde geçenleri, basın açıklamasını, sabahleyin Bursa'ya geçmek için Atamanlar'da akşam geçen sohbeti ve şuan tam olarak nerede olduğumu özet bir z raporu geçerek anlattım Ayşe'ye.

    - İyisen sorun yok canım. Küsmedim desem yalan olur. İnsan bir ara. Bu seferde maruz gördüm seni. İşlerin varmış. Dikkatli ol. Postu deldirme. Hemde baban için.

    Gülünecek bir söz söylediği ama ikimizde bu lafa bastık kahkahayı. O bana gülüyordu. Bense sinirden gülüyordum.

    Telefonu seni seviyorumlarla ve karşılıklı öpücüklerle kapattık.

    Elimi yüzümü yıkayıp, elbiselerimi giymeden önce tabancamı ve mermileri kontrol ettim. Şöyle ufak bir bakımdan geçirdim silahımı. Koruma yeleğimi ve üzerine elbiselerimi giyinip avluda kurulmuş olan sabah kahvaltısına indim.

    Kahvaltının ardından Atalay'ı alarak Levent Bey geçen senenin tayı bu senenin ise; büyüyen gözde atı olan Doruk'un yanına gittiler. Bende etrafı dolaşmak için çiftliğin dışında bir yürüyüşe çıkmaya karar verdim.

    Yemyeşil bir doğa, alabildiğine uzanan düzlükler ve bitimini oluşturan dağ kümeleri arka balkondan görünebiliyordu. Çiftliğin içine en az etrafı kadar hoş bir mimariye sahipti. Rüstem efendi Mudanya'da yer alan bu çiftliğin Bursa'daki en büyük at çiftliklerinden biri olduğunu odalara yerleşmemiz sırasında söylemişti.

    Avluda gezinirken, İdil hanım binicilik kıyafetlerini giyinmiş bir biçimde merdivenlerden aşağı indi. Babadan bir, anneden yana ise ayrı üvey kardeşlerdik. Yalnız diğer saklı kalmak zorunda kalan gerçekler gibi o ve diğer bireyleri bu durumu bilmiyorlardı.

    Uzun boylu, zayıf olmasına rağmen sade bir güzelliği üzerinde taşıyordu İdil. Atamanların hiçbirine benzemiyordu. Sanki onu diğerlerinden ayıran çok farklı meziyetlere sahipti. Belki de sanatçı olmasından kaynaklanıyor diye düşündüm. O zarif sesiyle:

    - Günaydın. Kimi bekliyorsun burada?

    “Günaydın” diyerek kimseyi beklemediğimi, etrafı keşfetmek için birazdan yürüyüşe çıkacağımdan bahssettim kendisine.

    Yeni bir teklif sunarak atlarla gezmeye ne dersin? Dedi.

    - Hoş olurdu aslında şimdiye dek hiç binmedim. Becerebilir miyim? Sizce. Dedim.

    Muzipçe gülerek:

    - Eğer düşmekten korkuyorsanız. Yürüyebiliriz de.

    Çevreyi bilmemem ve İdil hanımın o hoş sohbetinden mahrum kalacağımı düşünerek bu cazip teklifi hemen kabul ettim.

    Çiftlikten kahyaya ne tarafa gideceğimizi haber vererek çıktık. Yaklaşık bir kilometre ilerimizde bir derenin olduğundan oraya gidip dolaşmamızın etrafı öğrenmem için ilk durak olacağını söyledi İdil. Zaman zaman babasıyla beraber dereye gelerek sırf eğlencesine balık tutmaya çalıştıklarından bahsetti.

    Yürümeye devam ediyorduk.  Dereye yaklaştıkça akan suyun sesi duyulmaya  başladı. Vardığımızda önce elimi, yüzüme su vurup, ardından avucumla su içtim. Gerçekten çok değişik bir tadı vardı. İdil, çiftlikde çalışanların ara ara gelip buradan su götürdüklerini, çevreden de dereye çok rağabet olduğundan söz etti.

    - E nasıl? Buldun buraları.

    Tek kelimeyle “cennet” diyebildim. Muazzam bir havaya sahipti Mudanya. Suyunu anlatmaya bile gerek yoktu. Bir kere suyu içmeniz sizin için onu bir daha ki sefere içmek için referans olmaya yetiyordu.

    Bende İdil Hanıma:

    - Levent Bey, çok şanslı. Sizin gibi bir aileye sahip olduğu için. Yalnız anneniz çok otoriter.

    Derenin sesi, etraftaki sessizliği bozuyordu. İdil:

    Sanırım yönetici olmasından, doktor olmasından kaynaklanıyor bu durum. Bir de bizi annem büyüttü diyebilirim.

    Babam maddi olarak hem abime hemde bana tüm olanakları sağladı. Bilirsin para herşey değildir. Babam parayı, annemse eksik olan ilgi ve sevgiyi sağladı. İyi ki de böyle bir ailede dünyaya gelmişim dediğim çok zamanlarım oldu. Dışarıdan gözüktüğü gibi değil bizim hayatımız. Zordur onu söyleyeyim.

    Ne gibi zor tarafları var?

    Alt dudağını ısırır gibi ağzının içine bastırıp, eliyle havayı işaret etti.

    - Uçmak güzeldir öyle değil mi?

    Kuşlar gibi hiç uçmamıştım. Muhtemelen öyle olmalıydı.

    - Evet dedim.

    Söze kaldığı yerden devam edip:

    - Gökyüzündeyken yırtıcı bir kuşa gelme ihtimalin, vurulma ihtimalin, hava koşullarının değişmesi, doğal şartlar gökyüzünün sahibiymiş gibi gözükenleri de etkiler.

    Ne demek istediğini anlamıştım

    Yerde olanlar daha şanslı mı? Diyorsun. Ayaklarımız yere sağlam basıyor en azından diyerek espriye vurdum işi.

    İkimizde gülüyorduk. Aynı frekansta buluşmuştuk. Hiç olmayan ama gerçekte var olan üvey kızkardeşimdi o benim. Çok temiz bir karaktere sahipti. Sosyetik kültürün zırvalıkları ile büyümesine rağmen içindeki manevi zenginliğe kavuşmayı bilmiş genç bir kızdı o. Takdir ettim. Onun hakkında net bir fikre vardım. Her ne olursa olsun. İntikam duygumla ona zarar vermeyecek. Onu oyunumun dışında tutmaya çalışacaktım.

    İleride olacak olanlara mutlaka üzülecekti. En azından kendisi için olmayacaktı üzüleceği şeyler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: