Doğum günüm olan (tam tarihi aslında belli olmayan ve devletçe konmuş bir tarih olarak sıradan bir tarihte) 23 yaşına girdiğim o gün hayatımın karanlıkta olan bölümünü biraz geç de olsa öğrenme şansına Ahmet amcanın sayesinde kavuştum. Ama kendisine biraz da kızgınlığım var. Neden bu gerçeği bunca süre benden saklamıştı. Bunu kendisine kurumdaki ofisinde sorduğumda;
- Ben oğlum Ercüment'i hemen hemen senin yaşlarındayken kaybettim. Bir ev yangınında. Onun için seni onun yerine koyarım hep. Sen ona çok benziyorsun. O yüzden seni de kaybetmeye gönlüm el vermedi evlat demişti.
Bende Ahmet amca da baba sevgisini bir nebze de olsa tatmıştım. Babacan, cana yakın, bir sıkıntım olduğumda diğer çocuklara nazaran benimle daha çok ilgilenirdi. Tabii bu ilginin asıl nedenini şimdi öğrenebiliyordum. Emin olduğum husussa Ahmet amcanın bunu para için değil de benim özel durumumun diğer çocuklardan farklı olduğu gerçeğiydi.
Şuan için bir yol ayrımındaydım. Ya mezun olduğum Kara Harp Okulu'nun bir hafta sonraki kurasında çıkacak görev yerine tayin olacaktım. Ya da; doğduğum günden beri tek olarak hayatın içinde bir ailem olmadan yaşamama neden olan insana hesabını soracaktım. Kafam çok karışıktı.
Şimdiye kadar hayatıma hep bir yön vermek için uğramıştım. Çocuk esirgemedeki diğer tüm sıradan çocuklardan biriydim bende.
Şimdi tam hayatım yoluna girecekken, yine çok önemli bir karar vermek zorunda olduğumu gayet iyi biliyordum. Bunları düşündüğüm esna da; iki sevgili sarmaş dolaş yanımdan geçiyordu. Onlara baktım ve kadınlara karşı neden bu kadar temkinli olduğumu düşündüm.
Kara Harp Okulundaki arkadaşım Ayşe Gözen isimli kız arkadaşım hep neden bu kadar kadınlara karşı böyle katı ve yeni tanıştığım kadınlara sürekli mesafeli yaklaştığımı sorup dururdu.
İşte şimdi telefonumdan arayanda kız arkadaşım Ayşe'ydi. Muhtemelen görev yerlerimiz hakkında konuşmak için bir yerde buluşalım mı? Biraz gezip dolaşalım mı? diyecekti.
İsteksizce de; olsa telefonu açıp:
- Merhaba Ayşe. Dedim.
Ayşe'nin keyfi gayet yerindeydi. Neşeli bir ses tonuyla:
- Merhaba Bora. Nasılsın?
Moralimin bozuk olduğunu, tek başına sahilde bir bankta oturup saatlerce denize bakmak geliyordu içimde. Fakat bunu söyleyemezdim Ayşe'ye.
- Sağ ol gayet iyiyim. Sen nasılsın. Ne yapıyorsun?
Heyecanlı bir şekilde “Bende iyiyim” dedikten sonra:
- Ablam Canan bugün Amerika'dan döndü. Bende onların Suadiye'deki evimdeyim. Ama canım sıkılıyor hep aynı şeyler. Çıkıp dolaşalım mı biraz? Neredesin alayım seni arabayla.
Kısa süreliğine de olsa susmak ve kendi başıma kalıp kafamı toplamam gerekiyordu. Yapmam gereken bu olmalıydı şuan için.
Bunları düşünürken telefonda kısa
bir süreli sessizlik oldu. Ayşe o ara başka şeylerde söylemişti. Dalıp gittiğim
için ne dediğini duyamamıştım. Geçen bir iki dakikalık sersemlik halinden sonra
Ayşe'nin sesi çınladı kulağımda:
- Bora orda mısın? Sana
söylüyorum orda mısın? Ne oldu. Kimse yok mu? Bora sana bir şey mi oldu. Bora.
Bora...
Sesimin gitmesi nedeni ile
endişeli olan Ayşe'ye hemen kendime gelir gelmez;
- Buradayım Ayşe. Kafamın arka tarafında
biraz ağrı var. Bazen uyuşma da oluyor. Sınavların stresinden sanırım. Bazen
böyle oluyor işte biliyorsun. Seni endişelendirdiysem eğer kusura bakma Ayşe.
Benim için üzüldüğünü belli etmemeye çalışarak:
- Sen belki biliyorsun. Belki bilmiyorsun. Şuan uygun zaman mı onu da bilmiyorum? Bora şunu unutmanı istemiyorum. Sen benim için her şeyden daha değerlisin. Seni her ne üzüyorsa eminim ki: sen bunu da aşacaksın. Lütfen neredeyse söyle gelip seni alayım.
İsteksiz ve yalnız kalmak
istememe rağmen Ayşe ile bu durumu paylaşmamın hem beni rahatlatacağını, hem de
en yakınımda gördüğüm Ayşe ile konuşarak fikir almamın sağlıklı olacağını
düşünerek, sıkıntımı ses tonumda daha fazla belli etmemek için:
- Benim Kara Harp Okulu'nu
kazanmadan önceki kaldığım Üsküdar'daki Çocuk Esirgeme Kurumu'nun önündeki
otobüs durağındayım. Eğer istersen ben sahile iskelenin oraya ineyim.
“İyi olur: Bende bizimkilerden izin
alıp çıkıyorum arabayla” deyip telefonunu kapattı.
Ayşe buluşacak olacağımızdan
dolayı mutlu olmuştu. Gelin görün ki: ben onun kadar mutlu değildim. Sanki
beynim ve yüreğim birbiriyle bir kavgaya tutuşmuşlardı.
Beynim bunca sene emek
verdin. Çalıştın. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun o kokuşmuş yataklarında, her ay
aynı yemekleri yemeye mecbur bırakıldın, geceleri tek başına geçirip
gündüzleriyse yalnız kalıp annesiz babasız asker olmak için yıllarca kendine
bir hayat kurmak için uğraştın ve zorda olsa başardın. Bir hafta sonraysa;
teğmen olarak bir görev yerine tayin olacaksın. Boş ver hem kimden ne için
hesap soracaksın. Bu kirli ilişki de taraflardan biri olan annen zaten ölmüş.
Babansa sana yıllarca manen yanında olmadıysa bile maddi olarak destek sağlamış diyordu.
Yüreğimse beynimin tam aksine duygularıma beni yenik düşürmek istermişçesine, tek başınayken çektiklerin, anne ve babasızlığın yıllarca her arkadaş tanışmasında, ailelerden her laf açıldığında annen ve babanın olmadığını sanki bir utanç gibi gizlemek için sarf ettiğin çaban, daha mühim olanı anne ve baba sevgisinden yıllarca mahrum kalışın, peki bunların hesabını senden başka kim soracak babandan diyerek beni sorguya çekiyordu.
Beynim beni doğru yola sevk ederken, yüreğim bir şeytanmışçasına beni istemediğim şeyleri yapmaya mecbur bırakıyordu.
Bir hafta içerisinde bir karar
vermeliydi. Ya tayinimin çıktığı görev yerine gidip askeri hayat içerisinde bir
hayat kuracaktım kendime. Ya da daha askerlik kariyerim başlamadan görev yerime
gitmeyerek burada kalıp yapacağım bir planla babamın hayatına girip intikam
alacaktım.
Kafamın içinde bu tür duygu
ve düşünceler geçerken Üsküdar'daki Çocuk Esirgeme Kurumu'nun önündeki duraktan
otobüse binip sahile iniverdim.
Benim otobüsten inmeme beş on dakika
kala Ayşe beni telefonla arayıp yolda olduğunu yarım saate kadar beni uygun bir
yerden alabileceğini söyledi. Otobüsten inip iskeleye ile yol arasında bir
bankta oturup Ayşe'nin gelmesini bekledim. O arada denizi, havada zikzak
çizerek uçan martıları seyre dalıp, kafamı boşaltmaya çalıştım. Maalesef paslı
bir çivi gibi beynime çakılı olan gerçekleri ne martılar, ne de önümde tablo
misali deniz unutturabildi.
Bankın arkasında yola yakın bir yerde Ayşe gelmiş. Küçük kırmızı marka “minicooper” tabir edilen arabasının kornasına basmıştı bile. Oturduğum banktan kalıp arabaya doğru yürüdüm. O da ön tarafta benim bineceğim koltuğun camını indirip:
- Amma uyuşuksun Bora. Hadi çabuk ol. Seni çok güzel bir yere götüreceğim.
Bende ona takılmak için:
- Ben mi uyuşuğum? Biraz daha geç gelsen bankın üzerinde uyuyacaktım.
O tatlı gülüşüyle Ayşe:
- Yolda trafik vardı. Hız yapmayı da sevmiyorum. Yavaş yavaş geldim her zamanki gibi. Hadi atla. Karşıya geçeceğiz.
Nereye gideceğimizi merak ettiğim için:
- Bak öyle pahalı yerlere gitmeyelim.
Şöyle manzarası olan cafe tarzı bir yere gidelim. Olur mu?
Elini sol direksiyonda tutup,
sağ eliyle “bana karışma” tarzında bir el hareketi yaptıktan sonra:
- Benim işime karışma. Hem
hesaplar benden. Gittiğimizde görürsün. Söylersem kesin başka yere gidelim
dersin. Gidene kadar nereye gideceğimiz üzerine konuşmuyoruz. Onu boş ver de
söyle bakalım kaçak senin canın neden sıkkın. Yoksa Doğu'yu istiyorsun da, Batı
çıkar mı diye üzülüyorsun?
Böyle bir durumun olması bile beni
sevindirirdi. Bu son durumun ortaya çıkmasaydı eğer. Doğuyu istememin nedeni
ise; askerliğe sıkı bir şekilde girip, operasyonlara katılıp bir an önce rütbe
alabilmekti.
-
Anlatmama gerek yok sanırım. Teğmenlik rütbesinde Batı'da süreyi bekleyip
üsteğmen olabiliyorsun. Fakat Doğu'da öyle değil. Belli başlı operasyonlardan
sonra üsteğmenlik rütbesini ve askerlik kariyerine yakışacak önemli şeyler
başarılma fırsatın var.
Sürekli üzerinde
konuştuğumuz bir konu olduğundan Ayşe aynı cevabı tekrar vermek sıkılmış gibi
yaparak:
- Ölme ihtimalinde çok
yüksek, hele ölmeyip de gazi olma ihtimalini de söylemiyorum. Kolunu, bacağını
ve çeşitli uzuvlarını kaybeden birçok rütbeli komutan var bunu unutma. Bence
sen ölümle dans etmek istiyorsun. Dua ette Doğu dışında başka bölgelere çıksın
ilk görev yerin.
Bu
cümleden sonra askerliğinde pek öneminin en azından benim için kalmadığını,
görev yerine gidip gitmeyeceğimi bir hafta düşündükten sonra karar vereceğimi
söyleyecektim. Uygun zaman olmadığını düşünerek gideceğimiz mekan içerisinde
konuşmamın daha mantıklı olacağına karar vererek:
- Neyse Ayşe hele şu mekana gidelim. Daha rahat konuşuruz. Arabanın içi
soğumaya başladı. Kliman yok mu senin? Açta biraz ısınalım gidene kadar.
Klimayı unuttuğu için
açmadığını söyleyip Ayşe arabanın klimasını açtı. Birkaç dakika içerisinde
arabanın içerisi oda sıcaklığına ulaştı.
Bu arada araba Boğaziçi
Köprüsünden geçerek akıcı trafiğe karıştı. Yarım saat sonra ise; Karaköy'ün ara
sokaklarından birine Ayşe kırmızı renkli “minicooper”unu çekip karşımızda
Eminönü'nden ve özellikle Karaköy'ün tüm sokaklarından görünen Galata Kulesi'ni
gösterip:
- Görev yerimiz daha belli olmadı. Olsun ilk kutlama yine de benden. Yemekten sonra da aşağıya inip nargile içeriz. Sigara kullanmamız öğütlenmişti okulda. Ama arada kaçamak yapıyorum. Sende bana eşlik edersin değil mi?
Bu teklife “Hayır”
diyemeyeceğimi, fakat hesapların benden olacağını söyleyerek Galata Kulesi'nin
yenilenen asansörüne binerek en üstte katta bulunan restoranına beraberce
çıktık.
Ayşe'nin boynunda asılı Canon marka
fotoğraf makinasını oradaki bir turiste vererek yan yana güzel bir fotoğraf
çektirip, turiste “teşekkür” ederek yemek için merdivenlerin sağında bulunan
restorana girip masamıza yerleştik.
Ben “balık” üzerine bir
menü seçip yanında içki olarak “rakı” içeceğimi söyledim. Ayşe ise; Türk mutfağından
bir yemek seçip, yanına uygun gidebilecek kırmızı bir şarap istedi.
Ardından konuya girmeden
önce Ayşe”ye:
- Seninle Kara Harp Okulu'nda
birinci sınıfta tanıştık. Mezun oluncaya kadarda güzel bir arkadaşlığımız ve
dostluğumuz oldu. Belki beni yakından tanıyan ve özel hayatımı az da çok da
olsa bilen iki kişiden biri sensin. (Diğeri ise: kurum müdürü Ahmet amca.) Onun
için bendeki yerin her zaman için hep farklı ve özel olmuştur. Bunu bilmeni
isterim.
Teşekkür etmek için Ayşe araya girip:
- Emin ol Bora. Sende benim
için öylesin. Birçok arkadaşım var. Lakin onların içerisinde senin yerin çok
farklı.
Sözüme kaldığım yerden devam etmek için
gözlerimle gözlerinin içine direkt bakıp söylediklerine inandığımı belli etmek
için “onaylar” biçimde salladıktan sonra:
- Şuan sana söyleyeceklerim belki
seni çok şaşırtabilir. Bende ilk duyduğumda “şok” geçirdim diyebilirim sana.
Ayşe heyecanını engel olamadan:
- Her neyse benimle
paylaşabilirsin. Bana güvenebilirsin.
Bunu bildiğim içim rahat bir
şekilde:
- Bugün kurum müdürü Ahmet amcanın
yanındaydım. Sen aradığında oradan çıkmıştım. Beni yanına çağırmıştı. Geçmişim
hakkında bugün ilk defa benden yıllardır sakladığı şeyleri anlattı. Aslında ben
okul bahçesinde bulunmuş, anne ve babası olmayan bir çocuk değil. 1981 yılının
iktidarında önemli bir role sahip olan iktidarındaki dönemin bakanı ve
şimdilerde birçok holdingi, yayın kuruluşunu, gazeteleri ve kilit
noktalarındaki kişileri bünyesinde barındıran Levent Ataman'ın yasak
ilişkisinden olan oğluymuşum. Annem olan kadınsa; o zamanlar onun yanında
asistan olarak çalışan Zehra isminde sıradan bir kadınmış.
Çok şaşırmış olan Ayşe, kırmızı
şarabından bir yudum aldıktan sonra, gözlerini iyice açıp “Ciddi misin bu
konuda Bora?”
Ayşe'ye şaka yapmadığımı ve
gayet ciddi olduğumu belli etmek için kelimelerin üzerine basa basa:
- Halimden ve ses tonumdan
anlamışsındır. Hem ben ciddi konularda şaka yapmam Ayşe. Hele ki: mevzu benim
hayatımsa.
Biraz
durup kendini toplayıp şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Ayşe;
- İnanır mısın senden çok ben şaşırdım.
E peki ne yapmayı düşünüyorsun? Bir hafta sonra görev yerinde belli olacak. Belli
olduktan sonra en geç 10 gün içinde dosyanla
beraber birliğinde teğmen rütbesi ile göreve başlaman lazım. Ya da rapor
düzenleyip en azından bir süre bekleme de kalıp kafanı toplaman gerekli.
Söylemek istememe
rağmen:
- Ya da daha başlamadan bırakıp,
bütün olanların hesabını sormam gerekli Ayşe.
Çocuk gibi davranmam gerekmediğini, babamın
ülkenin önde gelen şahsiyetlerden ve güçlü biri olduğumu söyleyerek beni
engellemeye çalışıyordu ve şu cümleyi de eklemeyi unutmuyordu:
- Bu bir film değil Bora. Bu
gerçek bir hayat hikayesi. Eğer baban senin kendisine cephe aldığını ve intikam
alacağını öğrenirse. Emin ol sana bir müddet tolerans tanıdıktan sonra sen onu
daha harcamadan o seni harcar. Çünkü; böyle adamları çok iyi biliyorum. Bizde
az çok sosyetenin içinde büyüdük konum itibariyle.
Her şey tam yoluna girecekken, mezun olduğum
günün ardından tersine dönmüştü her şey. Kabus gibi bir şeydi bu. Bu rüyadan
uyanıp normal hayatıma dönmek istiyordum. Yapmam gerekeni yapıp görev yerine
gidip, rütbe alabilmek için uğraşacaktım.
Olmuyordu işte. Kendimi ringe çıkmaya
mecbur bir boksör gibi hissediyordum ve sanırım çıkacaktım bu zorla rakibin
karşısına.
Ayşe ile yemeğimizi yiyip, hesabı
ödedikten sonra Galata Kulesi'nin altındaki mekanlardan birine geçip, nargile
içtikten sonra tam ayrılırken:
- Bora seni istersen eve ya da gideceğin yere
bırakayım.
Ayşe'ye teşekkür edip, hiç görmediğim annemin
mezarını şahsi dosyamdan öğrendiğimden mezar ziyaretinde bulunacağımı
söyleyerek yanından ayrıldım. Zincirli Kuyu'daki Mezarlıklar Müdürlüğü'ne
gidip, kapıdaki memurdan mezar yerini öğrenip, önce hiç görmediğim annemin
mezarı başında dua ettim. Sonra kimsenin beni görmediğimden emin olup, usul
usul gözyaşlarımı tutamayıp ağladım.
Ardından mezarın toprağı üstündeki
çıkan yabani otları ellerimle yolarak temizledikten sonra aldığım tek kırmızı
gülü mezar toprağının üzerine bırakıp oradan ayrıldım.
Mezarlıktan ayrılırken dönüp geriye
bakmamaya gayret ettim. Nedenine gelince derinleşen intikam duygumun artmamasına
az da olsa insanı duygularımı korumaya kendi adıma söz vermiş olmamdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yap: