Neredeyse ömrümün üçte birini yalnız geçirmişti. Ahmet amca, Ayşe ve bir elin parmağını geçmeyen dostları saymazsak. Zaman denilen o mefhumun büyük kısmını tek başına doldurmuş adamın tekiydim.
Yaptığım şeylerse; okumak,
yeni yerler keşfedip arabamla gezmek, fotoğraf çekmek ve merak ettiğim ilgi
alanlarımın başında olan insan vücudu ve hastalıklar hakkında literatüre geçmiş
kitapları, araştırmaları okumaktı. Çok şey öğrenmiş bu sayede.
İçlerinde bu aktivitelerin
dışında birde bozuk para koleksiyonum vardı. Müze ve sergilere gidiyordum bunun
için. Eski paralara özellikle madeni olanları biriktiriyordum.
İnsanları aynı bozuk paralar
benzetiyordum. Hepsi aslında dünyaya geldiğinde kalıba girmemiş madeni bir
levha gibi. Sonra herkes yavaş yavaş aynı paralar gibi üzerlerine işlenen şekillere
göre değer kazanıyor. Kimisi; değersiz yüz kuruşlar gibiler. Hani beş para
etmez dediğimiz tipten.
Bazıları ise; günümüzün en
değerli banknotu sayılan iki yüz liralıklar. Onlar çok sayıda çünkü; az
basıldıkları için değerliler. Altının, zümrüdün, yakutun ve diğer değerli
taşların az olduğu için değerli olması gibi. Eğer onlarda doğa da kolayca
bulunan toprak gibi bir element olmuş olsaydı değersizler arasına katılmış
olacaklardı.
Anlatmaya
çalıştığım basit aslında; insanlarda aynı paralara benziyor. Arada geçen süre
de; aynı saf maden olan demirin darphaneye girip bazı işlemlerden geçmesinden
sonra tedavüle konuluyor. Piyasa da bir süre kullanıldıktan sonra tedavülden
kaldırıyorlar. İnsanlarda böyle işte. Bir gün doğuyorlar ve zamanları geçtikten
sonra sıra kendilerine geldiğinde ölüyorlar. Sadece değerli olanlar
hatırlanıyor. Yüz kuruş ve iki yüz lira. Aradaki farkı madenin aynı veya farklı
olması değil. Niteliği belirliyor sadece...
Şöyle düşünün. Toplumda sıradan bir memurla -kendisi de aslında bir memur olan doktorun arasındaki farkı sadece eğitim kalitesi ve bunun ortaya çıkması için kişisel gelişim ve sınavlarda sarf ettiği emeğin neticesi belirliyor. Para da; cansız bir varlık olduğu için darphane bu değerleme işlemine maruz kalıyor. Seçme şansı yok. İki yüz lira ya da yüz kuruş olmayı. İnsanınsa ne olmak istediğini koşulların zorluğuna rağmen var. Canlı olan bizler, insanlar kendi değerimizi kendimiz ortaya koyuyoruz. Kendi değerimizi ortaya biz çıkartarak o değeri bizler yaratıyoruz. İyi veya kötü olmamızın belirleyen etkenlerin doğasıyla beraber…
Darphane de insanların kurduğu ve ekonominin temel ihtiyacı olan paranın oluşturulduğu bir kurum. Üniversitelerin toplumun gereksinimi olan eğitimli insanı yetiştirmek için var olmasından farkı yok. İkisi de; farklı metotları izleyen fakat aslında hayatın benzer yönlerini tekrarlayan süreçler bütünü bence.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Gelmek istediğim noktaysa; insanların hangi ailelerde doğduğu, darphaneden çıkan
bozuk bir paranın hangi ustanın elinde işlendiği kadar önemlidir.
Biyolojik babam olan ama hayatım boyunca bir kere “baba” diyemediğim bir adamdan ve kendisini hiç görmediğim “annem” olan kadından neden benim yanımda olmadıkları için nefret etmeme rağmen aslında onları suçlamamayı zaman öğreti. Geçen zaman nefreti suçlamadan çıkartıp, kalıcı intikam duygusuna dönüştü. İntikam ve hayat. Pek birbirine alışık bir ikili olmamasına, huyları ve suları pek örtüşmemesine karşın bende hırsımı kamçılayan temel öğelere dönüştü.
Hayatın içinde tek başına olmak insanın kendisini yetiştirmesi için zorlu ama aslında en çetin yollardan biri. Ailesi olup da mutsuz olan milyonlarca çocuğun olduğunu Ahmet amca çok defa anlatmıştı. Bakış açımın değişmesine ve asker olmama da o vesile olmuştu. Önemli olanın hayata nereden başladığımız değil de, nereye vardığımızın olduğunu da.
Vicdanımla hesaplaşmama neden olan ve intikam duygusunu hiç hesapta yokken; kara bir tohum gibi yüreğime eken tek bir neden vardı. Darphanenin yani aile denen kurumun beni değersiz bir para olarak görmesiydi tüm mesele. İşte onun için gerçek değerimi onların piyasasında onların değerini düşürerek göstermem yeterli olacaktı.
Son bir haftadır uykuyu
unutmuştum. Ayık şekilde kafamı toplamak, sürekli bilgi toplamak ve mevcut
durumla ilgili kararlar vermekle uğraşıyordum. Geçici görev kağıdım elime
ulaştığında bir karar vermek gerekecekti. Yorgunluk, stres, sürekli hareket beni
yorduğundan araba ile eve geçtiğimde üzerime bile değiştirmeden kendimi
kanepenin üzerine bıraktım.
Uyuduğumda bilinç altım
yoğun şekilde yaşadığım olayları bir anda ortaya çıkarmaya başladı. Rüyamda
yüzü belli olmayan o kadın yine göründü bana. Çocukluğumdan beri hep aynı
rüyayı görüyordum.
Yüzünü göremediğim, annem
olarak nitelendirdiğim orta yaşlarda, esmer, güzel yüzlü o kadın yine dağları
gösterip üzerinde toplanan kara bulutları işaret ediyordu. Önceki rüyalarımda
“Sakın oraya gitme. Orası karanlık. Orada tanımadığım insanlar var. Allah'ın
sana çizdiği yoldan git. Sevdiklerinle mutlu ol yavrum.” gibi sözler
söylüyordu.
Bu akşam ki rüyamdaysa tam
tersi şeyler söz konusuydu. Annem olduğunu düşündüğüm, rüyalarımda gördüğüm ve
bir hafta öncesinden kendisinden habersiz olduğum kadının Levent Ataman'ın
asistanı Zeliha Akçayır olduğunu öğrenmiştim. Henüz kendisini hatırlayabilmem
için bir fotoğrafa ulaşamamıştım. Tek bildiğimse; rüyalarımdaki kadına
benzediğine olan inancımdı.
Neredeyse her ay rüya
görüyordum. Çocukluğumda sıkıntılı gecelerimde beni teselli eden bu kadındı. Bu
gece de rüyalarıma girmişti.
Bu sefer hep olduğumuz yerde
değildik. Toplumun içine karışmış. Annemle beraber sanki çocukluğumuzdan beri
anne oğul gibi bir parkta oturmuş konuşuyorduk. Elleri kafamdaydı. Bense dokuz
– on yaşlarındayım rüyamda.
Yüzümü iki eliyle birden
kavrayıp sol göğsüne bastırıp, ağlamaya başladığında dudaklarından şu sözler
dökülmeye başladı.
- Sen daha çok küçüksün.
Yaşananları anlayamazsın. Büyüdüğünde eminim ki: çok iyi anlayacaksın beni.
Benim istediğim tek şey bizim hep birlikte olabileceğimiz bir hayattı babandan.
Benim ve senin için. Oğlum senden tek istediğim bir şey var. Günü geldiğinde
hayatımızın hesabını ikimizin yerine babandan sor. Çünkü: eğer o isteseydi biz
şimdi hep beraber olabilirdik...
Bu sözlerin ardından parkta
beni yalnız bırakıp ağlayarak uzaklaşıyor.
Yurttayken buna benzer o
kadar çok rüya görmüştüm ki. Diğer çocuklarında hep olmak istedikleri o sıcak
yuvadaki aileleri ile ilgili rüyalar gördüğüne ve geceleri kan ter içinde
çığlıklar atarak uyandığına da çok defa şahit olmuştum çocukken.
Bense rüyamda oturduğum
banktaki yerime bir mıh gibi saplanmış gibi duruyordum. Sonra yanıma bir karga
gelip konuyor. Korku yok o anda hiç içimde. Bana karga kafasını hareket ettirip bir süre baktıktan
sonra uçup annemin tam tersi istikametine uçup gidiyor.
Karganın uçup gitmesiyle kan
ter içinde yine şok geçirmiş gibi bir anda rüyadan uyandım. Sol kolumdaki
saatime baktığımda saat öğle vaktine yaklaşıyordu.
Vicdanım benimle
hesaplaşıyor diye düşündüm. Şu son bir yıldır neredeyse hiç görmüyordum eskiden
sık sık gördüğüm rüyalarımı. Fakat yaşanan son olaylar bilinç altımı harekete
geçirmişti anlaşılan.
Uyanır uyanmaz ilk iş olarak
banyoya girip soğuk suyun altında bir duş aldım. Yaz ya da kış fark etmiyordu.
Vücudumu alıştırmıştım zamanla soğuk suya.
Ruslarda gelenek haline
gelmiş soğuk suyla duş almak. Bir kitapta soğuk suyun vücuda iyi gelip dinçleştirdiği ve hücrelerin yenilenmesine de yardımcı olduğunu okumuştum.
Duşun ardından kahvaltıya
oturdum. İştahım kapalıydı nedense bu sabah. Ağzıma yine de birkaç zeytin atıp
ekmekle beraber yedim. Kahvaltı masamda bulunan diğer gıdalardan da canım
istemese de; zoraki olarak yemeye devam ettim. Çayımı tazeleyip evimin ön
balkona çıktım.
Kız kulesi buradan iyi olmasa
da; siluet halinde görünüyordu. Özellikle geceleri on ikiden sonra yakamoz suya
vurduğunda çok özel oluyordu oluşan anlık görüntüler. Keşke evim biraz daha
yakın olabilseydi diye bazen iç geçirdiğim oluyordu kız kulesini seyrederken...
Balkonumdaki küçük masamın
yanındaki sandalyeme ilişip, büyük bardakta içtiğim çayımdan bir yudum daha
aldım.
Düşünmem gereken yine bir
sürü ıvır zıvır konu vardı beynimin içinde. Olan biteni kenara bırakıp
dinlenmek istiyordum.
Şansımın olmadığını bilerek,
asıl soruyu kendime yönelttim. Bora, bundan sonra ne yapacaksın? Ya da ne
yapmalısın? İlerleyen günlere ilişkin bir planın var mı?
Aslına bakarsanız hiçbir
planım yoktu. Zaten oluşan ve tesadüfi olan şuan ki; süreç tamamı ile şansımın
yaver gitmesi ile alakalıydı.
Olağan dışı gelişen şuan ki:
ulaştığım noktayı kendim istemiştim. Hesaba katmadığım ve beni şaşırtan asıl
şey bu kadar çabuk olabilmesiydi.
Bakalım Ayşe bütün bu olanı
biteni duyduğunda ne tepki verecekti. Acaba kararıma saygı göstermeyi mi?
Tercih edecekti. Yoksa beni kararımdan caydırmak için görev yeri mi?
hatırlatacaktı.
Son buluşmamızda yanımda
olacağını söylemesine rağmen gözlerindeki o endişeli bakışı görmüştüm.
“Yanındayım” diyordu. Diğer taraftansa “küçük bir sandalla denize açılan daha
tecrübesi tam oturmamış genç bir denizcisin” der gibi de bakıyordu. İşte beni
tereddütte bırakan olayda burada cereyan ediyordu.
Çünkü; yıllardır aramızda duygusal olarak bir şeyler paylaşmamışsak da, uzun süreli sevgili olan çiftlerden bile hayata dair çok şeyi paylaşmıştık. Birbirimizle arkadaşken; ne onun, ne de benim sevgilim olmuştu. O benim ona, bense onun bana yakınlaşmasını beklemiştik yıllarca.
Yaklaşık arkadaşlığımızın
üzerinden geçen dört beş senenin ardından şu aralar birbirimize tam
yakınlaşacakken benim olayım patlak vermişti.
O yüzden kendime çok yakın
gördüğüm Ayşe'yi intikam duygumun şiddetine feda etmeyi de göze alamıyordum.
Beni anlamasını ve bana zaman vermesini isteyecektim ondan. Eğer bunu kabul etmezse
onu üzmemek adına yollarımıza iki ayrı dost olarak devam etmemizi, zaten
aramızda benim yüzümden başlayamayan bir ilişkiyi bitirmek içinde kendimizi
yormamızı söyleyecektim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yap: