7 Temmuz 2022 Perşembe

12 . Kaos

    

    Neredeyse ömrümün üçte birini yalnız geçirmişti. Ahmet amca, Ayşe ve bir elin parmağını geçmeyen dostları saymazsak. Zaman denilen o mefhumun büyük kısmını tek başına doldurmuş adamın tekiydim.

    Yaptığım şeylerse; okumak, yeni yerler keşfedip arabamla gezmek, fotoğraf çekmek ve merak ettiğim ilgi alanlarımın başında olan insan vücudu ve hastalıklar hakkında literatüre geçmiş kitapları, araştırmaları okumaktı. Çok şey öğrenmiş bu sayede.

    İçlerinde bu aktivitelerin dışında birde bozuk para koleksiyonum vardı. Müze ve sergilere gidiyordum bunun için. Eski paralara özellikle madeni olanları biriktiriyordum.

    İnsanları aynı bozuk paralar benzetiyordum. Hepsi aslında dünyaya geldiğinde kalıba girmemiş madeni bir levha gibi. Sonra herkes yavaş yavaş aynı paralar gibi üzerlerine işlenen şekillere göre değer kazanıyor. Kimisi; değersiz yüz kuruşlar gibiler. Hani beş para etmez dediğimiz tipten.

    Bazıları ise; günümüzün en değerli banknotu sayılan iki yüz liralıklar. Onlar çok sayıda çünkü; az basıldıkları için değerliler. Altının, zümrüdün, yakutun ve diğer değerli taşların az olduğu için değerli olması gibi. Eğer onlarda doğa da kolayca bulunan toprak gibi bir element olmuş olsaydı değersizler arasına katılmış olacaklardı.

    Anlatmaya çalıştığım basit aslında; insanlarda aynı paralara benziyor. Arada geçen süre de; aynı saf maden olan demirin darphaneye girip bazı işlemlerden geçmesinden sonra tedavüle konuluyor. Piyasa da bir süre kullanıldıktan sonra tedavülden kaldırıyorlar. İnsanlarda böyle işte. Bir gün doğuyorlar ve zamanları geçtikten sonra sıra kendilerine geldiğinde ölüyorlar. Sadece değerli olanlar hatırlanıyor. Yüz kuruş ve iki yüz lira. Aradaki farkı madenin aynı veya farklı olması değil. Niteliği belirliyor sadece...

    Şöyle düşünün. Toplumda sıradan bir memurla -kendisi de aslında bir memur olan doktorun arasındaki farkı sadece eğitim kalitesi ve bunun ortaya çıkması için kişisel gelişim ve sınavlarda sarf ettiği emeğin neticesi belirliyor. Para da; cansız bir varlık olduğu için darphane bu değerleme işlemine maruz kalıyor. Seçme şansı yok. İki yüz lira ya da yüz kuruş olmayı. İnsanınsa ne olmak istediğini koşulların zorluğuna rağmen var. Canlı olan bizler, insanlar kendi değerimizi kendimiz ortaya koyuyoruz. Kendi değerimizi ortaya biz çıkartarak o değeri bizler yaratıyoruz. İyi veya kötü olmamızın belirleyen etkenlerin doğasıyla beraber… 

    Darphane de insanların kurduğu ve ekonominin temel ihtiyacı olan paranın oluşturulduğu bir kurum. Üniversitelerin toplumun gereksinimi olan eğitimli insanı yetiştirmek için var olmasından farkı yok. İkisi de; farklı metotları izleyen fakat aslında hayatın benzer yönlerini tekrarlayan süreçler bütünü bence.

    Örnekleri çoğaltmak mümkün. Gelmek istediğim noktaysa; insanların hangi ailelerde doğduğu, darphaneden çıkan bozuk bir paranın hangi ustanın elinde işlendiği kadar önemlidir.

    Biyolojik babam olan ama hayatım boyunca bir kere “baba” diyemediğim bir adamdan ve kendisini hiç görmediğim “annem” olan kadından neden benim yanımda olmadıkları için nefret etmeme rağmen aslında onları suçlamamayı zaman öğreti. Geçen zaman nefreti suçlamadan çıkartıp, kalıcı intikam duygusuna dönüştü.  İntikam ve hayat. Pek birbirine alışık bir ikili olmamasına, huyları ve suları pek örtüşmemesine karşın bende hırsımı kamçılayan temel öğelere dönüştü.

    Hayatın içinde tek başına olmak insanın kendisini yetiştirmesi için zorlu ama aslında en çetin yollardan biri. Ailesi olup da mutsuz olan milyonlarca çocuğun olduğunu Ahmet amca çok defa anlatmıştı. Bakış açımın değişmesine ve asker olmama da o vesile olmuştu. Önemli olanın hayata nereden başladığımız değil de, nereye vardığımızın olduğunu da.                    

    Vicdanımla hesaplaşmama neden olan ve intikam duygusunu hiç hesapta yokken; kara bir tohum gibi yüreğime eken tek bir neden vardı. Darphanenin yani aile denen kurumun beni değersiz bir para olarak görmesiydi tüm mesele. İşte onun için gerçek değerimi onların piyasasında onların değerini düşürerek göstermem yeterli olacaktı.

    Son bir haftadır uykuyu unutmuştum. Ayık şekilde kafamı toplamak, sürekli bilgi toplamak ve mevcut durumla ilgili kararlar vermekle uğraşıyordum. Geçici görev kağıdım elime ulaştığında bir karar vermek gerekecekti. Yorgunluk, stres, sürekli hareket beni yorduğundan araba ile eve geçtiğimde üzerime bile değiştirmeden kendimi kanepenin üzerine bıraktım.

    Uyuduğumda bilinç altım yoğun şekilde yaşadığım olayları bir anda ortaya çıkarmaya başladı. Rüyamda yüzü belli olmayan o kadın yine göründü bana. Çocukluğumdan beri hep aynı rüyayı görüyordum.

    Yüzünü göremediğim, annem olarak nitelendirdiğim orta yaşlarda, esmer, güzel yüzlü o kadın yine dağları gösterip üzerinde toplanan kara bulutları işaret ediyordu. Önceki rüyalarımda “Sakın oraya gitme. Orası karanlık. Orada tanımadığım insanlar var. Allah'ın sana çizdiği yoldan git. Sevdiklerinle mutlu ol yavrum.” gibi sözler söylüyordu.

    Bu akşam ki rüyamdaysa tam tersi şeyler söz konusuydu. Annem olduğunu düşündüğüm, rüyalarımda gördüğüm ve bir hafta öncesinden kendisinden habersiz olduğum kadının Levent Ataman'ın asistanı Zeliha Akçayır olduğunu öğrenmiştim. Henüz kendisini hatırlayabilmem için bir fotoğrafa ulaşamamıştım. Tek bildiğimse; rüyalarımdaki kadına benzediğine olan inancımdı.

    Neredeyse her ay rüya görüyordum. Çocukluğumda sıkıntılı gecelerimde beni teselli eden bu kadındı. Bu gece de rüyalarıma girmişti.

    Bu sefer hep olduğumuz yerde değildik. Toplumun içine karışmış. Annemle beraber sanki çocukluğumuzdan beri anne oğul gibi bir parkta oturmuş konuşuyorduk. Elleri kafamdaydı. Bense dokuz – on yaşlarındayım rüyamda.

    Yüzümü iki eliyle birden kavrayıp sol göğsüne bastırıp, ağlamaya başladığında dudaklarından şu sözler dökülmeye başladı.

    - Sen daha çok küçüksün. Yaşananları anlayamazsın. Büyüdüğünde eminim ki: çok iyi anlayacaksın beni. Benim istediğim tek şey bizim hep birlikte olabileceğimiz bir hayattı babandan. Benim ve senin için. Oğlum senden tek istediğim bir şey var. Günü geldiğinde hayatımızın hesabını ikimizin yerine babandan sor. Çünkü: eğer o isteseydi biz şimdi hep beraber olabilirdik...

    Bu sözlerin ardından parkta beni yalnız bırakıp ağlayarak uzaklaşıyor.

    Yurttayken buna benzer o kadar çok rüya görmüştüm ki. Diğer çocuklarında hep olmak istedikleri o sıcak yuvadaki aileleri ile ilgili rüyalar gördüğüne ve geceleri kan ter içinde çığlıklar atarak uyandığına da çok defa şahit olmuştum çocukken.

    Bense rüyamda oturduğum banktaki yerime bir mıh gibi saplanmış gibi duruyordum. Sonra yanıma bir karga gelip konuyor.  Korku  yok  o  anda hiç içimde.  Bana  karga  kafasını hareket ettirip bir süre baktıktan sonra uçup annemin tam tersi istikametine uçup gidiyor.

    Karganın uçup gitmesiyle kan ter içinde yine şok geçirmiş gibi bir anda rüyadan uyandım. Sol kolumdaki saatime baktığımda saat öğle vaktine yaklaşıyordu.

    Vicdanım benimle hesaplaşıyor diye düşündüm. Şu son bir yıldır neredeyse hiç görmüyordum eskiden sık sık gördüğüm rüyalarımı. Fakat yaşanan son olaylar bilinç altımı harekete geçirmişti anlaşılan.

    Uyanır uyanmaz ilk iş olarak banyoya girip soğuk suyun altında bir duş aldım. Yaz ya da kış fark etmiyordu. Vücudumu alıştırmıştım zamanla soğuk suya.

    Ruslarda gelenek haline gelmiş soğuk suyla duş almak. Bir kitapta soğuk suyun vücuda iyi gelip dinçleştirdiği ve hücrelerin yenilenmesine de yardımcı olduğunu okumuştum.

    Duşun ardından kahvaltıya oturdum. İştahım kapalıydı nedense bu sabah. Ağzıma yine de birkaç zeytin atıp ekmekle beraber yedim. Kahvaltı masamda bulunan diğer gıdalardan da canım istemese de; zoraki olarak yemeye devam ettim. Çayımı tazeleyip evimin ön balkona çıktım.

    Kız kulesi buradan iyi olmasa da; siluet halinde görünüyordu. Özellikle geceleri on ikiden sonra yakamoz suya vurduğunda çok özel oluyordu oluşan anlık görüntüler. Keşke evim biraz daha yakın olabilseydi diye bazen iç geçirdiğim oluyordu kız kulesini seyrederken...

    Balkonumdaki küçük masamın yanındaki sandalyeme ilişip, büyük bardakta içtiğim çayımdan bir yudum daha aldım.

    Düşünmem gereken yine bir sürü ıvır zıvır konu vardı beynimin içinde. Olan biteni kenara bırakıp dinlenmek istiyordum.

    Şansımın olmadığını bilerek, asıl soruyu kendime yönelttim. Bora, bundan sonra ne yapacaksın? Ya da ne yapmalısın? İlerleyen günlere ilişkin bir planın var mı?

    Aslına bakarsanız hiçbir planım yoktu. Zaten oluşan ve tesadüfi olan şuan ki; süreç tamamı ile şansımın yaver gitmesi ile alakalıydı.

    Olağan dışı gelişen şuan ki: ulaştığım noktayı kendim istemiştim. Hesaba katmadığım ve beni şaşırtan asıl şey bu kadar çabuk olabilmesiydi.

    Bakalım Ayşe bütün bu olanı biteni duyduğunda ne tepki verecekti. Acaba kararıma saygı göstermeyi mi? Tercih edecekti. Yoksa beni kararımdan caydırmak için görev yeri mi? hatırlatacaktı.

    Son buluşmamızda yanımda olacağını söylemesine rağmen gözlerindeki o endişeli bakışı görmüştüm. “Yanındayım” diyordu. Diğer taraftansa “küçük bir sandalla denize açılan daha tecrübesi tam oturmamış genç bir denizcisin” der gibi de bakıyordu. İşte beni tereddütte bırakan olayda burada cereyan ediyordu.

    Çünkü; yıllardır aramızda duygusal olarak bir şeyler paylaşmamışsak da, uzun süreli sevgili olan çiftlerden bile hayata dair çok şeyi paylaşmıştık. Birbirimizle arkadaşken; ne onun, ne de benim sevgilim olmuştu. O benim ona, bense onun bana yakınlaşmasını beklemiştik yıllarca. 

    Yaklaşık arkadaşlığımızın üzerinden geçen dört beş senenin ardından şu aralar birbirimize tam yakınlaşacakken benim olayım patlak vermişti.

    O yüzden kendime çok yakın gördüğüm Ayşe'yi intikam duygumun şiddetine feda etmeyi de göze alamıyordum. Beni anlamasını ve bana zaman vermesini isteyecektim ondan. Eğer bunu kabul etmezse onu üzmemek adına yollarımıza iki ayrı dost olarak devam etmemizi, zaten aramızda benim yüzümden başlayamayan bir ilişkiyi bitirmek içinde kendimizi yormamızı söyleyecektim.

    Farklı olarak yapabileceğim Bir şey yoktu. Hayat böyleydi işte. Sevip, evlenebileceğim ve ömür boyu mutlu olabileceğim kıza bile birbirimizi tanıyabilmek için zaman ayırabiliyordum, ne de ikinci şansı tanıyordum ikimize. Karmaşık duyguların hakim olduğu ruh halimle bakalım Ayşe ile buluşmamızda neler konuşacaktık...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: