8 Temmuz 2022 Cuma

23. Dağınık Gazel

Felsefe kitaplarında aradım seni,
Kutsallara, ilâhlara sordum,
'O' burada yok dediler....

Konağın ana kapısından dışarıya güneşe çıkmış, gökyüzünü seyrediyordum. Babamdan intikam için girdiğim konakta İdil'e kardeşçe duygular besliyordum. Gülşen Hanım'ın aldatılan bir kadın olarak neler yaşadığını görebiliyordum. Barış ve eşi, aileyi bir arada tutmak için çabalıyordu. İdil, odasındaki piyanonun başında sürekli piyano egzersizleri yapıp duruyordu. Belki de acısını böyle hafifletiyordu. Ayşe, görevinin başındaydı. Basın ise; bir akbaba gibi tepemize çökmüştü. Ve Levent Bey, aralıksız gece hayatına devam ediyor, basına istediklerini fazlasıyla veriyordu. Tam bir zampara hayatı yaşıyordu, bu liberal ayyaş. Bir araya geldiğimizde sürekli kadınlardan bahsediyor. Kadınlar dışında hayatında başka hiçbir kimseyi istemediğini anason ve viski kokan ağzıyla tekrarlayıp duruyordu. 

İdil, merdivenlerden inip yanıma geldi. İçimde, tepemdeki güneşe rağmen bir şeylerin dağılıp gittiğini azda olsa hissedebilen Ayşe'den sonra nadir insanlardan biri olmuştu. Bana seslendi:

- Ne yapıyorsun, burada tek başına?

Aslında sürekli eski günleri düşünüyordum. İntikam almak için aileyi dağıtmam gerekliydi. Ancak ben olmasam da Levent Bey bu işi tek başına zaten gayet güzel yapıyordu. Güneşi ve bulutları kafamı kaldırarak işaret ederek:

- Biraz güneş ve temiz hava alıyorum. Uyku, bazen tek başına çare etmiyor. Bilirsin...

Konağın önüne konulan ve gelen misafirleri ağırlaması için üzerinde "ATAMANLAR" yazan bir sıraya oturduk. Elini elimin üzerine koyarak:

- Sana söylemek istediğim şeyler var. Ama nasıl desem, söylesem bilemiyorum. Uzun süredir bu duygu beni yoruyor, tüketiyor, Aslında bir yandan seni düşünürken mutlu oluyorum. Ancak...

Bir müddet sustu. Nasıl devam edeceğini bildiği halde benim bir şeyler söylememi bekler gibi bir hali vardı. Bense cümlesine kaldığı yerden devam etmesi için:

- Ancak, dedim. Ve sözü tekrar ona bıraktım.

Ağlıyordu. Susmuş. Elleri ellerimde ağlıyordu. Başını kaldırdı ve bana baktı:
- Seni seviyorum. Hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi sevmediğim ve bir daha sevemeyeceğim kadar. Seni düşünürken piyanonun tuşelerine bile bir başka basıyorum, sanki.

Bilmiyordu. O ağlıyordu. Ne demeliydim. Sırrımı faş etmelimiydim, ona. Beni belki anlar, belki anlayamazdı. Yüzünü iki avucumun arasına alıp:

- Sanırım, çok istesem bile bu sevgiyi. Kardeşçe bir sevgi dışında buna layık olamam. Ve çok uzun bir süredir düşünüp duruyorum. Sanırım, buralardan gitmem gerek. 

Ellerini, yüzünü tuttuğum ellerinin üzerine getirerek:
- Bende seninle gelmek istiyorum, dedi. 

Onu yaralamak istemiyordum. Ancak başka bir çare ve yol bırakmıyordu bana. Ve aramızda derin bir uçurum açacak olan o cümleyi söyledim.
- Ayşe'ye daha söylemedim. Onunla beraber gideceğim, deyiverdim.

Tek bir kelime daha etmedi. Önce ellerini ellerimden, sonra yüzünü geri iterek banktan kalkıp çekip gitti. Orada güzel güneşli bir günde bulutların ağırlığı altında kaldım, sanki.
İntikam almak isterken türlü azaplar içine düşüyordum. Bir günah işlememiştim daha doğru düzgün. Daha olacak olan şeylerin ortasına bile varamamıştım. Başlarda taş kadar katı ve soğukken, şimdi güneşte kalmış, pelteleşmiş ve içindeki şeylerin tümünü dışarı atmaya çalışan terk edilmiş bir ev eşyasına benzemiştim. Öyle hissediyordum.

Konaktan çıktım. Yürüye yürüye Suat abinin yanına gittim. Yine çalışıp duruyordu. Selamlaştıktan sonra gidip bir köşeye oturdum. "Ne alırsın?" diye sordu. "Bir çay iyi olur," diye karşılık verdim. 

Çayı masaya koyarken, "Yüzün yine sirke satıyor," dedi. Ve ardından ekledi: "Gidecekmiş gibi bir halin var. Çok düşündün mü? Uzaklara gitmek acını hafifletecek mi? diye sordu. Bende istemsizce sanki bu yaşamın acısı ona aitmişçesine sordum: "Bir aileyi dağıtmak seni mutlu eder miydi? Dağınık bir gazeli dinlemek hoş mudur, Suat abi?"

Ona da düşünüp duruyordu, bu durumu benim gibi. "Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bu durumda seçmek zor. Ancak bazen gitmek gerekir, başka bir yol kalmadığında..."

Bir yolu vardı: Beklemek....

Aradan bir hafta geçmişti. İdil, Avrupa turnesine başlamıştı. Benimle hiç görüşmeden gitmişti ve muhtemelen turne dönüşü benim konakta olmayacağımı düşünerek evden ayrılmıştı. Onun dışında her şey aynı ve rutin gibiydi. Herkes hayatına olması gerektiği gibi devam ediyordu. Levent Bey ise durmuyordu. Gece hayatına devam ediyordu. 

İdil'e söylememe rağmen Ayşe ile gitme fikrini konuşmadım ve beklemeye karar verdim. İdil, Avrupa turnesine başlamıştı. Şuan Amsterdam'da bir antik tiyatro da küçük bir gruba piyano resitali vermekle meşguldü sanırım. Suat abi ile konak arasında mekik dokuyordum. Bir akşam masa üzerindeki telefonum çaldı. 

Arayan Barış'tı ve sesi boğuk boğuktu. Tek bir cümle etti ve içimde her şeyin tuzla buz olduğunu hissetim:
- İdil öldü. 

Bir anlam veremiyordum. "Nasıl, nasıl, nasıl?" deyip duruyordum. Daha yeni tanıdığım ve hiç kardeşi olmayan bana kardeşlik duygusunu tattıran bir insan. Bu kadar çabuk nasıl ölebilirdi? Ölümünü telefonda Barış'ın ağzından duyduğum ilk andan itibaren kabul edemedim. Hazmetmek ise çok uzun sürecekti, benim için.

Hemen konağa koştum. Levent Bey, gelmişti. Gözaltları gece hayatının bıraktığı eserle kısa sürede çökmüştü. Ana salona girer girmez: "Nasıl?" diye sordum. 

Barış benden önce orada olan sessizliği bozarak:
- Amsterdam'da antik tiyatrodan sonra program dışında başka bir sahnede piyano çalıp çalamayacağı sorulmuş. O da kabul etmiş. Ve tavan aydınlatma spotlarından bir tanesi kafasına düşmüş. Ve aldığı darbeyle...

Sustu. Devam edemiyordu. Sormak zorunda hissettim.
- Peki şuan nerede?

Bu acı kaybı kabullenemeyen Gülşen Hanım:
- Amsterdam'da özel bir hastanenin morgunda. Bu akşam babası ve ben almaya gideceğiz. İstersen sende bizle gelebilirsin. Seni çok severdi...

İşittiğim her bir cümle sanki boğazıma saplanan bir bıçağa benziyordu. İnsanların bu acı karşısında neden sustuklarını daha iyi anlayabiliyordum. Herkes cenazeden sonra odalarına çekilip yas tutmak isteyecekti. Ve onlardan biri de bendim. Ancak ben bir odaya sığamazdım, Kendimi yollara vurarak teselli edebilirdim. 

Akşam ilk uçakla gittik. Önce anne ve babası morga girdiler. Ardından ben tek başına girdim. O soğuk morg kabininde yüzü hala hayata dair ışıltılar taşıyordu. Keşke onunla buruk ayrılmasaydık, diye içimden geçirdim. Eğildim ve alnını öptüm.

Cenazeye bütün basın gelmişti. Levent Bey, defin işlemlerinin ardından gece hayatını bırakıp konaktaki ayrı odasına çekildi. Ne Gülşen Hanım, ne Levent Bey sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde bir araya geliyordu. Zorunlu bir durum olmadıkça birbirlerine tek kelime bile etmiyorlardı. Barış ve ben sürekli odalarına giderek onlarla konuşuyorduk. 

Ayşe, Suat abi ve Bahri Bey'de gelerek Atamanlar'a baş sağlığı dilediler. Konak çıkışında Ayşe beni kapıda bekliyordu. Suat abi ve Bahri Bey gitmişti. Uzun süredir görüşmüyorduk. Merdivenlerden aşağıya indik. Sırtı bana dönük:
- Bu ölümde senin bir payın var mı?, diye sordu.

Sanki beni hiç tanımamış gibi acımasızca soruyordu:
- Böyle bir şeyi Levent Bey'e yapabilirdim. İdil, benim kardeşim. Ve yeni tanıdığım kardeşimi kaybetmenin acısı içindeyim. Kader bazen bizim yerimize intikam alır. Ancak bu intikamın bu şekilde olması tamamen kötü bir cilvesi.

Ayşe biraz daha uzaklaştıktan sonra ellerini havaya kaldırarak bana hayretler içinde kalmışçasına:
- Seni tanımasam, bir oyun yapıyor. Ve bu durumdan zevk alıyorsun, diye düşünürdüm. Üzüntünü görebiliyorum. Ve uzun süredir seni bekliyorum. Yok mu bir cevabın?

Ne demeliydim, şuan. Sürekli doğru şeyi yapmak gerçekten yorucuydu. Ona:
- Sana beni bekle ya da bekleme demeyeceğim. Ancak şuan bunları konuşmak istemiyorum.

Anlıyormuş gibi gözlerimin içine baktı. Ve gelip ellerini omzuma koyarak yüzümü sağ yanak tarafından öptükten sonra "Görüşürüz, sonra" dedi ve gitti. 

Evdeki yas çok ağırdı. Barış'ın çocukları da olmasa. Sanki bir harabeye sürekli kar yağıyormuşçasına bir hava vardı. Bu havanın dağılması da uzun süreceğe benziyordu. Çünkü; bu bir dağınık gazeldi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: