7 Temmuz 2022 Perşembe

21 . Bir Hikâye: İşportacının Ölümü

   

    Buğusu ta mutfaktan gelen kahvesiyle Suat abi kapıda gözüktü. Bu gece işin yoksa burada kal. İçeride yer yapayım sana. Bizim Mehmet memlekete gitti. Onun yatağında yatarsın. Temizledim, çarşafları yeni değiştirdim sen gelmeden önce.

    Başımı sallayarak “olur” dedim. Suat abi geldi geçti köşesine. O meçhul insanlardan birinin hikayesine başladı o toklu sesiyle. Sanki bir hikaye kitabının içinden acıyı paylaşan bir insanın hissiyatıyla aktarıyordu tüm yaşananları.

    Bu bir sokak işportacısının ölümü… Sessiz sedasız ayrılışıdır. Dinle de ne insanlar var dünya da bir de öyle bak hayata…

    Sokaklara sulusepken kar atıştırıyordu. İnsanlar işlerinden çıkmış, evlerine dönme, bir yerlere yetişme telaşı içerisindeydiler. Arabalar, neon ışıklar, dükkanlara girip çıkan bir sürü insan, karınca misali oradan oraya gitmekteydi. Ortalıkta koşuşturmaca, canlılık, uğultu vardı dört bir yanda. Bu insanların arasında biri diğerlerinden daha aheste evine doğru yol almaya çalışıyordu. Üç tekerlekli işporta arabası üzerinde halden aldığı ürünlerin satılmamış bir kısmı durur halde iken; gelip geçenler arada sırada sırf kafaları o yöne doğru döndüğü için işportacıya doğru bakıyorlardı. Bakışlardaki donukluğu, umursamazlığı görüyordu işportacı.

    Yavaş yavaş ev dediği bodrum katındaki depoya giden yokuşun dibine vardı. Hiç olmadığı kadar dik gözüktü o ağır ağır yükselen asfalt. Bir süreliğine işporta arabasını kaldırımın kenarına dayayıp, yeleğinin cebindeki sigarasını çıkardı. Acelesi yoktu artık sabaha kadar. Ciğerlerine dolan dumanla maziler gözünde canlandı. Çocukluğu, yoksulluk içinde geçen gençliği, sonra hale gelişi. Sonra o yıllardaki gelecek hayalleri. İçinde bir yerlerde buruklukla beraber acı duydu tüm bu hatırladıklarından...

    Bir ev, içinde akşamları yolunu gözleyen o kadını, çocukları düşündü durdu yine bir süre...

    Şimdi hayatın sonuna yaklaşmışken hiçbiri yoktu yanında. Olmasına ne hacet ne de imkan vardı artık. Akrabalarıyla uzun yıllardır görüşmüyordu. Yıllardır şu yokuşun dibindeki evin bodrumunda yatıp kalkıyordu. Halden aldığı sebze meyveleri de burada muhafaza ediyor, depo niyetine  kullanıyordu burasını. Hem evi, hem ekmeğiydi şu dört duvar. Kaldığı yer bir bostan gibi kokuyordu çoğu zaman. Bir hafta mandalina kokusu, diğer hafta karnıbahar. Haftadan haftaya değişiyordu kokular.

    Aklına yıkanması gerektiği geldi. Evvela şu işporta arabasını eve yani depoya götürmeliydi. Lakin bir ses işitti. Bu hemen alt sokaktaki hamamın sahibi Mehmet Efendi idi. Ona doğru seslendi:

    - O gözüm sen burada mısın? Erken bitti anlaşılan işin. Sattın mı bari tüm malzemeleri?

    İşporta arabasının üzerinde duruyordu halden aldığı ürünün yarısı. "Eh işte!" der gibi kafa salladı. Hem satılsa da satılmasa da birdi onun için. Sonra Mehmet Efendi  kaldığı yerden ona takılmaya devam etti:

    - O kadar dedim sana. Bırak şu sebze meyve satmayı. Trenlerde işportacılık et. Hem trenlerin içi sıcak olur. Soğuklarda sokak sokak dolaşıp kendini hasta ediyorsun. Hadi trenleri istemedin bari pazar yerinde satış yap! dedi o babacan tavrıyla. 

    İşportacı güldü. Kafasından hesap etmişti pazar yerinde satış yapmayı. Ama bir türlü depo kirası, pazar tezgahı parasını denkleştiremiyordu. Birde habire ekstra masraflar çıkıyordu. Ah şu tütünü içmeseydi ya da biraz azaltsaydı. Belki para biriktirir. Pazar yerinde adamakıllı bir tezgah açabilirdi. Hem şu katariklerden de alırdı ayağının önüne. Kışın ayaklarını ısıtırdı orada ara ara. Birde birine borçlu kalmamaya dikkat ediyordu. Anlık olarak geçti her şey dimağından. Sonra kafasını kaldırıp Mehmet Efendi'nin rahat, geniş, sağrılı omuzlarına baktı. Sıkıldığını belli etmeden cevaben:

    - Keşke benimde bir hamamım olsaydı. Şu kış günlerinde orada gelen müşterilere takılır, günümü gün ederdim bende. Senin benimle şakalaştığın gibi...

    Mehmet Efendi onu yıkanması, ter atıp rahatlaması için hamama davet etti. İyi adamdı hamamcı. İşportacıdan bir kere bile hamam parası almamıştı. Hatta ara ara kalan malzemelerini fiyatının üstünden alır. İşportacının zararını amorti ederdi.

    İşportacı hamamın önüne doğru sürdü işporta arabasını. İçeride iki saate yakın kaldı. Malzemelerinin bir kısmını da Mehmet Efendi aldı. Oradaki müşterilere de işportacının sebze meyvelerinin kaliteli ucuz olduğunu söyledi. Müşterilerinde bir kısmının kalan sebze meyveyi alması ile işportacı arabasındaki ürünleri sattı.

    Cebindeki parayla ne yapmalıydı şimdi? Gidip kirayı mı ödemeliydi hemen? Zira işportacı arada kafa çekmeyi de severdi. Kimi kimsesi de yoktu. Arada sahile iner. Balıkçılardan birine oturur. Adamakıllı yer, mezelerle beraber rakı içmeye bayılırdı.

    İşporta arabası önde, o arkada vardılar balıkçıya. İşportacı o akşam çok iştahlıydı. Parası da vardı cebinde. Oturdu uzun süre denizdeki gün batımını seyretti yemek gelene kadar. Levrek mevsimiydi. Masaya da bir büyük söyledi. Mezelerde istediği gibiydi. Patlıcanlı olan mezelerden de söyledi. Hem ucuz hem de doyurucuydu ziyadesiyle.

    İşportacı gecenin geç saatlerine kadar yedi, içti. Hesabı ödeyip, işporta arabası önde yine o arkada evin yolunu tuttu. Ağzında sigarası, dilinde çocukluktan kalma bir türkü söyleye söyleye vardı yokuşun dibine...

    Hep ölmeden önce güzelce yıkanmak, adam gibi yiyip içmek, sonra da evinde ölmek isterdi işportacı...

    Yokuşu ipekten bir halının üzerinde yürürmüşçesine rahatça çıktı. Tam kapının önünde üzeri boş olan işporta arabasını içeri doğru geçirdiği sırada sol yanında ufak bir ağrı hissetti. İki üç kez kalp krizi geçirmişti. En son kalp krizinde doktor "Bir daha yoklarsa ölümcül olur. En iyi ihtimalle felç kalırsın!" demişti işportacıya...

    Sağ eliyle tuttuğu işporta arabası deponun içine doğru kayıp gitti. Sol eliyle kapıyı tutup, sağ elini böğrüne attı. Gömleğindeki düğmeleri gevşetip kendini rahatlatmaya çalıştı. Ancak dalga dalga gelen ağrıya bir türlü mani olamadı. Kafası önde, ayakları arkada tam eşiğin üzerine yuvarlandı, kaldı. Gecenin kör saatleriydi. Sokakta bile iki üç saatte bir kişi ancak geçerdi...

    Sabaha doğru don yaptı şehir. İşportacıyı kaskatı buldular eşikte...

    Adli bir tahkikattır başladı. Kimse ölürken yoktu yanında anlaşılan. Hamamcıyı çağırdılar. Lokanta sahibi geldi. Suallere cevap verildi.

    Kimseye borcu yoktu işportacının. Lakin hayattan birçok alacağı olduğu halde hiçbirini alamadan gitmişti. 

    Kent kendi hengamesine kaldığı yerden devam etti sabah. Ağaçların arasına sis çökmüştü. Tanrı işportacının ölümü için küçük bir gözdağı veriyordu adeta şehre, insanlara. Kuşlar acıklı acıklı ötüyordu. Hicran çökmüştü her yana. O gün kimse neşeli birgün geçirmedi.  İnsancıkların işleri biraz aksi gitti.  Görevliler, hamamcı ve lokanta sahibinin dışında hiç kimsenin haberi olmadı işportacının ölümünden. Kalabalık kendi gürültüsü ile olanları bastırdı. Aynı bir dereye düşen taşı yutan sular gibi...

    Ve işportacıyı gömdüler "Kimsesizler Mezarlığı'na…"

    Bazıları öyle sessiz sedasız gelir gider ki aramızdan hiçbirimizin ruhu duymaz bu geliş gidişleri. Ve çoğu insan sadece kendi dertlerini büyük acılardan sayar… 

    Suat abi, hikayesini bitirmiş yüzüme bakıyordu. Hikayenin çehremde bıraktığı etkiyi görmek ister gibi bir hali vardı. Dalgın ve yorgundum. Bu arada birşeyler olup bitiyordu yine hayatın olağan akışında...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: