![]() |
Doğan Kitap'taki baskısı ile 'Sophie'nin Seçimi' |
5 Kasım 2022 Cumartesi
William Styron: Sophie'nin Seçimi, Tuhaf, Çelişkili, Sarsak
13 Ekim 2022 Perşembe
Ulucanlar Cezaevi Müzesi Ziyareti
![]() |
'Ulucanlar Cezaevi Müzesi' ana bina giriş kapısı |
![]() |
İdamların gerçekleştirildiği darağacı |
![]() |
İdamları infaz edilen mahkumların ad soyadları ve idam tarihleri |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi'ndeki binalar ve onlara giden ara yollar |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi Müzesi'nde yer alan sergideki eski gazeteler |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi Müzesi'nde bulunan koğuş ve ranzalar |
![]() |
Daktilo ve kitaplar |
![]() |
Dönemin meşhur sigaraları |
![]() |
Çay odası veyahut mutfak |
![]() |
Disiplin cezalarının infaz edildiği 'Disiplin Hücreleri' |
![]() |
35 mm'lik Sinema Makinası |
![]() |
Duvar yazısı ve Türk Bayrağı |
![]() |
Cezaevi duvar yazısı |
![]() |
Mahkumların cezalarını infaz ettiği koğuş ve ranzalar |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi'nin iç avlularından biri |
![]() |
Taş taşı ama laf taşıma! |
![]() |
Mahkumların volta attığı iç avlulardan bir başkası. |
![]() |
Cezaevindeki bloklar arasında geçişi sağlayan ara yollar. |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi'ndeki bloklar arasındaki ara yollar. |
![]() |
Disiplin Hücreleri'ne giden ara yol. |
![]() |
Mahkum kabul kayıt bölümü ve gardiyan (infaz koruma memuru). |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi'nde iki kişilik odalarda kalan siyasilerin odaları ve ranzalar. |
![]() |
Ulucanlar Cezaevi'ndeki alaturka tuvalet. |
![]() |
'Ulucanlar Cezaevi Müzesi Tarihçesi' tabelası |
![]() |
Dönemi içerisinde kullanılmış olan antika radyo |
![]() |
'Ulucanlar Cezaevi Müzesi' ana giriş kapısı |
9 Temmuz 2022 Cumartesi
Sarsılırken 1 - 23 Bölümleri
1 . İnsanların Değişmeyen Kaderi
3 . Otel Odalarının Değişmeyen Kokusu
4 . Her Sır Günü Geldiğinde Aşikar Olur
5 . Yollar Bir Kere Ayrıldığında
8 . Eski İzler ve Yeni Yaralar
13 . Her Macera Zevkin Doruğunda Bitmez
18 . Bir Kale En Kolay İçten Yıkılır
21 . Bir Hikâye: İşportancının Ölümü
Eser; hâlen yazım aşamasında olup, bittiğinde redaksiyonun ardından bir yayınevi ile anlaşılması sonrasında kitaplaştırılacaktır. Ham hâliyle burada mevcut bulunan bölümlerde geçen olayların, şahısların, kamu ve tüzel kişilerinin gerçekle bir ilişiği olmayıp, bütünü kurgu ürünüdür.
Ayrıca, imlâ ve yazım hataları eser tamamlandığında gözden geçirilerek düzeltilecek olup, bu hususla ilgili oluşabilecek hassasiyet nedeniyle şimdiden okuyuculardan özrümü kabul etmelerini rica ediyorum. İyi okumalar.
8 Temmuz 2022 Cuma
23. Dağınık Gazel
22. Aldanışlar
O akşam eve döndüğümde yorgun bir şekilde uykuya dalmıştım. Atamanlarda ise; bir kavga gürültü başını almış gitmişti. Gülşen Hanım eve çok gelmiş. Levent Bey, akşam yemeğine sofraya inmeyerek eşine olan soğukluğunu belli etmiş. Sonrasında Gülşen Hanım, Levent Beyin çalışma odasına giderek aralarında hararetli bir tartışma yanaşmış. İdil ve Barış, ebeveynlerinin tartışmalarına dahil olmayarak kendi odalarında kalmışlardı.
Baş ağrısı ile uyandım, saat gün ortasına vuruyordu. Kalkıp, bir kahve getirmelerini istedim. Sonra kahveyi getiren hizmetçi vakıf olduğu bütün olayları sırasıyla anlattı. Hizmetçinin anlattıkları arasında bir kelime dikkat çekiyordu: "Aldattın beni..."
Sorular arka arkaya geliyordu: "Kim kimi, niçin aldattı?" Bu soruya hep aldatan karşı tarafı değil, kendini kandırmış olur, diyesim geliyor. Çünkü; aldatma eylemini yapan kişi bununla ilişkiyi zedeleyerek aslında kendi ruh dünyasındaki o stabil olan konumu dalgalandırmış oluyor. Ve nedense bu aldanışlar hayat boyu sürüp gidiyor. Ama bana sorarsanız aldanmaların en büyüğü kişinin kendini kandırmasıdır. Zamanla bu yalanlara kendisi de bir gerçekmişçesine başlar. Nevrotik bir vaka ele alınıp alınmaması tamamen sonrasında gelişen olaylara bağlıdır.
Ve Gülşen Hanım, evden çıkıp gitti.
Levent Bey, odasında sessiz kalarak onun gidişini bir nevi tescilledi. Barış, eşi ve çocuklarını alarak evden kısa bir süreliğine ayrılacağını söyleyerek uzaklaştı. İdil, arka bahçede ağır adımlarla bu olan biteni evin uzağından izliyordu.
Hava almak için evin arka bahçesine İdil'in yanına gittim. Gün yavaş yavaş akşama dönüyordu. Hafif bir rüzgar kımıldatabileceği bütün herşeye etki ederek olağan manzarının içinde salınışlar sergiletiyordu, bizlere.
Üzüntülüydü, kırgındı. Kafasında "Neden?" der gibi bir hali vardı. Gittim, yanına oturdum. Elinde çimden kopardığı parçaları daha küçük parçalara ayırarak bitmez tükenmez bir dönüşü tekrar edip duruyordu.
Önce ne olup bittiğini bütünüyle anlayıp anlamadığımı sordu. Bir aldatma olayı söylentisi evin içinde dolaşıyor. Ama baban mı anneni, annen mi babanı aldattığını anlayamadım, diye cevap verdim.
İdil, olaya bambaşka bir açıdan bakarak:
- Ne fark eder ki! Biri aldattığında otomatik olarak diğeri de bu ilişkiye bir manifesto havası vermiş olmuyor mu, artık?!
Aldatma eyleminde bir tarafın iradesinin yeterli olduğunu vurguluyordu. İki kişinin aldatması ise; bir açıdan kurumsallaşmış bir yalan halini alıyordu. İki tarafında birbirini aldatması ve bunu bilerek devam etmeleri üzerine bir müddet konuşma sürdü. Babasının annesini senelerdir başka kadınlarla aldattığını, annesinin bunu bildiğini ancak umursamadığını, daha sonrasında babasının bu başka kadınlar yüzünden annesine olan ilgisinin son derece zayıflayarak evdeki bir yabancıya dönüştüğünden bahsetti. Ve ardından bitmek tükenmez bir elemle "Neden?" demeye devam etti. Benden bir cevap bekler gibiydi bu soruya. Çünkü; bende bir erkektim ve buna mantıklı ya da mantıksız bir cevap vererek kökteki o hastalıklı hali anlamaya çalışıyordu.
Annemin hayatını mahveden ama fizyolojik açıdan babam olan bu adamın ailesi ile birlikte acı çekmesinden zevk mi alıyordum? Sadist bir insan değildim. Levent Ataman'ın birtakım sıkıntılar içerisinde ezilerek küçülmesini istiyordum. Ancak bu sıkıntıların ailesine yansımasını, onların sarsılmasını istemiyordum. Ama bu düşünce de saçmaydı. Bir insanın derin bir acı içindeyken ailesinin bütün olumsuz şeylere rağmen onunla az ya da çok acısını paylaşmaması pek mümkün değildi. İster istemez onunla ister acı, ister daha derin sorunlara yol açan durumlar olsun, paydaş olmamaları olası gözükmüyordu.
Kalkıp, yürümeye başladık. Elinde yine yerden aldığı bir dal parçası ile "Neden?" sorusuna vereceğim cevabı beklemekteydi. İkimizde karşıya doğru bakarak yürürken:
- Ruh meselesi, sanırım. İnsan, eksikliğini çektiği şeylere daha kolay meyleder. Annen belki de çok uzun bir süre babanın ondan senelerdir esirgediği sevgisizliğin altında başka biriyle olmamak, babanla arasındaki ilişkiyi düzeltmek için çabalamış olabilir. Uzun bir süre sonuç alamadığında iki ihtimal kalıyor geriye?
Durup, yüzüme doğru dönerek:
- Kalan iki ihtimal ne? Onca olasılık içinde sadece iki olan ne?
Derin bir nefes alıp, uzun uzadıya anlatmaya başladım. Sorusuna:
- Aslında bir kadın her ne olursa olsun, bir erkekte bulamadığı, tatmin edemediği, bastıramadığı birçok duyguyu o anaç ruhuyla çocuklarına vererek bu açıdan uzaklaşma yoluna gider. Ya da ağırlıklı olarak intikam duygusuyla pek ilişiği olmasa da -ki çoğu insan bunun böyle olduğunu düşünür, başka bir erkekle duygusal bağ kurarak evlilik dışı bir ilişkiyi yaşamayı kendisince haklı sebepleri sıralayarak bu ilişkiyi yaşar.
İdil, hala insanı affedemediğini, "Hayır, babamın hataları üzerine değil, o adamla gerçekten olmak istediği için babam onunla konuşmuyor. Neresinden bakarsan bak berbat bir durum bu. Bizim hayatımızı derinden etkiliyor. Abim, eşini ve çocuklarını alarak evden uzaklaşma yoluna gitti." dedi. Sonra sustu bir müddet. Kaldığı yerden devam ederek, "Bende gitmek istiyorum. Ancak aralarında saçma sapan bir durumun gelişmemesi için kalmak mecburiyetindeyim."
Yürümeye devam ettik. Uzun bir sessizliğin ardından, "Peki, şimdi ne olacak?"
Cevap, çok kesin ve netti: "Ayrılacaklar."
Adam, uzun senelerdir bunu basın önünde dahi neredeyse halka bile kabul ettirecek derecede aleni yaparken kadının girdiği bir çıkmazda yaşadığı acı bir sondu bu. "Gülşen Hanım, evliliğe bütün hatalara rağmen devam etmek istiyor muydu?" orasını pek bilemiyorum. Levent Bey, inişli çıkışlı bir hayatın faturasını daha fazla ödemek istemiyor gibiydi. İnceldiği yerden kopsun artık dercesine odasında konyağını yudumlayıp, muhtemelen işiyle ilgileniyordu şuan. Muhtemelen tek düşündüğü şeyse ailesine ve yakın çevresine bu açmazı daha fazla ortalığa saçılmadan bir şekilde noktalamaktı.
Kamuya mal olmuş evlilikleri, aralarında imzalanan protokolle tek celsede bitti. Basın boş durmadı. Önce Levent Ataman'ın bütün ilişkileri baştan sona ortaya döküldü. Annemin adı geçmiyordu, ortalık yerde. Lakin yakın çalışanları ile birçok ilişki yaşadığı üstü kapalı bir şekilde ima ediliyordu. Gülşen Hanımla ilgili en ufak bir konu geçmiyordu. Onun başaralı ve ailesini bir arada tutmaya çalışan kadın imajı altında Levent Ataman kendisine atılan bütün taşları göğüslüyordu. Gülşen Hanım nezaket gereği bir açıklama yaparak kurumsallaşan evliliklerine aile ilişkilerinin zedelenmemesi için bu şekilde bir ortak karar aldıklarını vurguluyor. Levent Ataman'a olan saygısını yine de bozmuyordu.
Mal mülk paylaşımında Gülşen Hanım sadece Üsküdar sırtlarındaki bir villayı ve iki arabasını almış. Onun dışında kalan herşeyi çocuklarına bıraktığını söyleyerek daha fazla birşey talep etmemişti. Levent Ataman, bu ağır darbeye rağmen ona istediklerini vermeye hazır olduğunu çocukları vasıtasıyla yine de iletmişti. Gülşen Hanım, yine de birşey istemedi. Klinikteki hayatına ve erkek arkadaşıyla ilişkisine sessiz sedasız kaldığı yerden devam etti.
Arada bir konağa gelir. Torunlarını görür ya da onlarla bir yerlere giderdi. Ayrılık sonrasında Levent Bey, daha da fütursuzca gece hayatlarına sınırsız saatler ayırarak kaldığı yerden yaşamına devam etti. Konağa gelmediği günlerin sayısı iki iken dört beş günlere kadar uzağı da oluyordu.
Ne Barış ne de İdil, babalarına eski sıcaklığını göstermiyordu. Bu arada Ataman Holding bir takım maddi sıkıntılar içerisine girip, şirketlerin bazılarında çalışan çıkartarak küçülmeye gidilmesine rağmen Levent Bey hayatında bir değişikliğe gitmiyordu.
Onunla sayısız restoran, bar ve gece hayatında bulunduktan sonra bu görevi başka bir korumaya devretmek istediğimi söylediğimde, "Daha yeni başlıyorum, hayata. Mutsuz musun?" diye sordu. Evde çocuklarının ve torunlarının bulunduğunu, orayla alakadar olmamın en azından gözünün arkasında kalmamasını sağlayacağını söyledim. Bunun üzerine "Peki," diyerek kendisi dilediği hayata bana başka bir söz söylemeyerek devam etti.
Artık eski günler geride kalmıştı. Huzursuzluk konağın her odasında kendisini hissettiriyordu. İdil, Avrupa konserine hazırlanıyor. Onun dışında evin arka bahçesinde dolaşarak günlerini benimle geçiriyordu. Barış Bey ise; gazete ve ev arasında mekik dokurken, Gülşen Hanım arada bir uğruyordu.
Günler böyle geçip gidiyordu, aldanışların içerisinde bir şeyleri arayarak...
7 Temmuz 2022 Perşembe
20 . Sevgi Neydi?
19 . Renklerin Dünyası
Günler artarda dizilmiş vagonlar misali geçiyordu önümden. Ataman Ailesi’nin bir parçası sayılıyordum artık. İdil ile kardeşten öteydik. Bursa Gezisi daha doğrusu Bursa’daki esaret günleri iki ay kadar sürmüştü. Levent Ataman ne yapıp edip kendisine saldıran grupla bir anlaşmaya varmış. Aralarında sulh yapmış gözüküyorlardı. Fırtınalı denizde iki günlük dinginliğe benziyordu bu…
Levent Ataman’ın ihtiraslı bir kişiliği vardı. Kendisine yapılan saldırıyı hazmedemiyor. Ciddi bir zarar görmüş olması halinde; kaybının büyük olacağını, hasımlarının ailesine bir kurt sürüsü gibi saldırarak ellerinde ne varsa alıp hiç edeceklerini biliyordu. Bu durumu sineye çekmiş gözüküyor izlenimi veriyordu kamuoyuna, düşmanlarına, ailesine. En çokta ailesi böyle soğukkanlılıkla durumu karşılamasına hem şaşırıyor hem de mutlu oluyordu.
Bir gün ofisinde kapının sağında duran büyük masada elimdeki bir romana dalmış okurken birden içeri girdi. Masasında bulunan viskisinden özel bardağına bir iki parmak kadar doldurup tek seferde kafaya dikti. Sinirleri yıpranmıştı. Belli etmemeye çalışıyordu. Camdan, kaosu sürekli hatırlatan dış dünyaya bakarak:
- Sahip olduğum şeylerin içinde bana tek değerli gelen o kadın. Bazen ailemi bırakıp, onu yanıma alıp, buradan her şeyden uzaklaşmak istiyorum. Sonra itibarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum. Anlıyor musun? diye cümlesini tamamladı.
Bende pek anlamadığım halde anlıyormuş gibi kafamı salladım. Umurumda bile değildi onun hayatı. İntikam dürtüm olmasa bir dakika bile durmazdım yanında, bu evin içinde.
Geçen iki yılda aileyi çok yakından tanıyıp neredeyse çoğu sırrına vakıf olmuştum. Özellikle İdil beni kardeşi olarak gördüğü için aile ile ve kendisiyle ilgili tüm detayları uygun zamanlarda anlatıp duruyordu. Uzun söyleşiler arasında küçük sırlar veriyordu bana. Bunlar ileride elimi güçlendiren, Levent Ataman’a karşı kullanacağım, en büyük kozlarım olacaktı ilerleyen günlerde.
Levent Ataman masasının başında dönüp ardından şaşalı koltuğuna oturdu. Sanki bütün zenginliği, gücü, iradesi, var olan olmayan hikmeti bu koltuk ona sağlıyordu. Ellerini iki koltuğun yanlarına dayayıp:
- Evlenmeyi düşünmüyor musun? diye sordu.
Şu koşullar altında aklımın ucundan bile geçmiyordu evlilik. Bir kadına acıdan başka ne verebilirdim ki. Hayat böylesine boş ve intikam doluyken. Cevaben:
- Uzun süredir bitirmem gereken bir iş var. Ailevi bir mesele… Onları sonuçlandırdıktan sonra olabilir. Ayrıca evlilik müessesine inanmıyor. Orta sınıf ailelerin çoğu şirket yönetir gibi yürütüyor evliliklerini. Bana sıcak gelmiyor artık. Onun yerine anlaşabildiğim bir insanla; samimi, sıcak ve mantıklı bir ilişkiyi evlilikten üstün tutuyorum. Bu benim için kafi dedim.
O hınzır gülüşüyle “Aferin çocuk” dedi. “Çözmüşsün hayatı. Anlamışsın. Sonuçlar çıkarmışsın. Bence de evlilik saçma. Ama ne yaparsın bizim devrimizde modaydı bir kere. Bizde evlendik. Şimdiki aklım olsa hayatta evlenmezdim. Hadi evlendim çocuk katiyen yapmazdım.” dedi.
Odaya
nasıl bir hışımla girdiyse yine cümlesini tamamlamasının ardından öyle çıkıp
gitti. O kadının yanına gidiyor diye düşündüm.
Aşağıdan beni güvenlik şefi
arayıp, Levent bey seni istiyor. Senin de onunla gelmeni istiyor. Dedi.
Tehlike geçeli hayli bir
zaman olmuştu. Güvenlik sayısı artırılmış. Benim dışımda iki yakın koruma daha
tutmuştu kendisine. Beni evde tutuyor. Günlük rutin olaylar üzerine sohbet
ediyorduk. Sıkıntılı gördüğü toplantı ve diğer etkinlerde sadece yanında
istiyordu beni.
Son zamanlarda her şeyden şüphelenir
olmuştu. İşe yeni giren güvenliklerin özgeçmişlerini, onların akrabalarını
araştırma görevini bana vermişti. Güvenliklerin hepsini ben gözlemliyor. Ona
rapor ediyordum.
Güvenlik şefinin aracına
bineceğim sırada. “Yanıma gel hele şöyle,” dedi Levent Bey. Ben kendisine “patron”
diye hitap ediyordum. “Pekala patron” deyip arabanın arka koltuğunda yanına
ilişiverdim.
Bana artık “patron” demeni
istemiyorum. Şaşırdım. Ne dememi istiyordu. Anlayamadım. Açıklama getirmek için
kullandığı kelime beni beynimden vurmuştu.
“Baba…” demeni istiyorum.
Anlayamadım, diye cevap verdim.
Yine uzun yoldan
anlatacaktı. Rica edip direkt açıklamasını istedim. “Pekala” dedi. Söze girdi.
- İdil dün akşam yanıma
geldi. Uzun uzun seni bana anlattı. Bende “iyi çocuk, severim kendisini” dedim.
Lafın sonunda kendisiyle evlenmek istiyorum dedi. Açıkçası ben evliliğe
karşıyım. Ama kızımın mutluluğunu bu dünyada her şeyden yeğ tutarım. Sabaha
kadar uyuyamadım. Ölçtüm. Tarttım. Dedi.
Sinirden midir? Heyecandan
mıdır? Bilmiyorum. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, rengim atmıştı. Vereceğin kararın
olumlu olmaması için “Kızımı sana vermemeye karar verdim” demesini bekliyordum.
Sözüne soğuk bir ton yerine
tamamiyle samimi aileye kabul edilmiş olduğumu gösterir şekilde sol eliyle, sağ
omuz başıma dokunarak “Artık bana baba diyebilirsin.” dedi.
Sustum. O kısa an bir asırmışçasına
uzadı içimde. Kabul etmediğimi, nedenlerini, ailevi sorunlarım nedeniyle
evliliği düşünmediğimi biraz evvel konuştuğumuzu hatırlattım. Lakin beni ikna
edeceğini düşünerek yine de söylemişti.
İdil’i bir sevgili değil de
kardeşim gibi sevdiğimi söyledim. Özrümü kabul etmelerini rica ettim.
Önce kızıyla evlenme
teklifimi reddetmeme bozuldu. Zira ülkenin ileri gelen ailelerinden biriydi.
Herkes onun kızıyla evlenmek isterdi. Beni sabırla dinledikten sonra “mantıklı
olanda bu zaten” dedi. Peki bu durumu İdil’e anlatmak görevi senin.
Yol almak, bir şeyleri
başarmak ne kadar zordu. İntikam alırken bile ahlaklı olmaya çalışıyordum. Başkası
olsa kızıyla evlenir. Kızına türlü cefalar çektirir. Mal varlığı kızı üzerinden
kendisine aktarmaya çalışır. Kızıyla evlenip tüm sosyetenin önünde aldatmam
bile sansasyon yaratmaya yeterdi. Fakat ben böyle dövüşmek istemiyordum. Bel
altı vurmak, hele ki genç bir kızın duygularını inciterek ailesinden intikam
dürtümü tatmin etmek ahlaklı bir davranış değildi. Benim hesabım karşımda bana
evladı gibi davranan, canını ellerime kuş gibi bırakan, hayatının son demini
yaşayan bu adamlaydı. Ne olursa olsun. Geri kalan günlerini ona zindan edecek.
Zirveden sıfıra sürüklenişi gram gram o elindekilerini kaybederken bense büyük
bir zevkle yanında bunları izleyecektim. Ve her defasında bana koşacaktı.
Yanındaki insanlar onu terk ederken, ben her derdinde yanında olacak. Onu
teselli edecektim. Böylece tüm çıkış kapılarını bilecek. Her defasında tam bu
çıkmazdan kurtulduğunu düşünürken yeni bir tuzağın içine düşecekti. Böylece
ebedi çukuruna her gün adım adım, azar azar yaklaşacaktı.
18 . Bir Kale En Kolay İçten Yıkılır
Bursa yolunda üç araba makul bir hızda asfalt yoldan ilerliyordu. En önde zırhlı, özel kişilere ait plaka bulunan, Mercedes marka bir makam aracı. Arkasında camları filmli bir minibüs. Onun ardında emniyet tarafından görevlendirilen sivil iki polisin içinde olduğu siyah renkli sivil bir araç seyir halindeydi.
Levent Bey ve ailesi sanılanın aksine öndeki makam aracında değil. Sondaki camları filmli minibüsün içerisindeydi. Güvenlik önlemi olarak bu fikir benden çıkmıştı.
Hepimizin tek bir minibüste bulunması biraz tuhaftı. Belki de tüm aile nadir anlar dışında bir arada bulunuyordu.
Yola çıktığımızda arabada biri dışında
herkes susmayı tercih etmişti. Gülşen hanım endişe içinde düşünceye dalmış.
Etrafı seyrediyordu. Kahkahası ile sanki o geceyi hiç yaşamamış şuan bir tatile
çıkmışız gibi davranıyordu Levent Bey.
- Torunumun tayı baya büyümüştür.
Atalay, “Doruk” ile kırlara bir gezinti yaparız beraber. Küçük gölete de bir
bakarız. Balıklar hala duruyor mu? Bakalım.
Levent beyin, Barış'a bakarak
söylediği bu sözler Atalay'ı mutlu etmişti.
Seyahat süresince Levent Bey
felaketten son anda kurtulmuş, son mutlu anlarını yaşayan ihtiyar bir adam
olarak gözükmüştü bana.
Yol boyunca İdil ile bol bol sohbet
ettik. Gülşen hanımın korumacı bakışları olmasaydı sohbetimiz daha uzun ve
keyifli olabilirdi. Zengin ve aristokrat ailelerde ebeveynler genelde bir alt
tabakadan olarak gördükleri insanlarla çocuklarının arkadaşlık kurmasını istemezlerdi.
O yüzden bu bakışları yadırgamadım.
İstanbul'dan her kilometre
uzaklaştıkça evler, apartmanlar, iş hanları, karbondioksitli hava, insan
kalabalığı azalırken yerini doğal topraklara, hayvan seslerine ve temiz havaya
bırakıyordu.
Bu yolculuk bana da iyi gelecekti.
Ataman ailesini bir arada ve epeyce yakından tanıyacaktım. Hırslarını, iç
çekişmelerini ve özellikle nadir olan mutluluklarına şahit olacaktım.
İstemeyerek de olsa bu bir haftalık tatilin parçası olmuştum.
Önce verimli araziler üzerinde kurulu
zeytin ağaçları, sonra hipodromlara damızlık tay yetiştiren büyük at
çiftliklerini geçtik. Ve nihayet Atamanların çiftliği gözüktü. Üç araba da
sırayla çiftliğin kapısından içeri girerek avluda durdu.
Ardından öğle yemeğinde buluşmak üzere
çiftlik kahyası Rüstem Beyin nezaretinde bütün yol yorgunu ev sahipleri ve
misafirler odalarına dağılmıştı.
Odalar sade ve kullanılışlı sadece
temel ihtiyaçlara göre döşenmişti. Bir yatak, bir şifonyer ile yatağın
karşısında büyükçe beş çekmecesi bulunan dolap ve üzerinde küçük bir televizyon
mevcuttu. Ayrıca odaların hepsinin avluya ve arka bahçeye açılmak üzere iki
balkonu bulunuyordu. Avluya bakan balkonda orta boyda bir masa ve sandalyeleri
vardı.
İlk işim masa ve sandalyeleri arka
bahçeye açılan- yani at çiftliğinin doğaya açılan kısmındaki balkona taşımak
oldu. Sonra güzel bir banyo yapıp, öğlen yemeğine kadar uyudum.
Öğlen yemeğinin hazır olduğunu Rüstem
Bey, misafirleri oda oda dolaşarak haber veriyordu. Kapım çalındığında hala
uykudaydım. Yemeğin hazır olduğunu haber vermesi ile kalkıp hazırlandım.
Avluda olan öğle yemeği, büyük bir
sofra etrafında kurulmuştu. Anlaşılan akşam yemeği daha şatafatlı olacak eminim
dedim. Akşam olunca gördüm ki: dediğimden de iyi hazırlanmıştı akşam yemeği.
Levent Bey ve ailesi şerefine kahyası
Rüstem efendi tam beş koçu toprağa devirdi.
Çevrede oturan durumu iyi olmayan
ailelere, ihtiyaç sahiplerine kurban eti sessiz-sedasız dağıtıldı.
Rüstem efendi, Levent Beyin eskiden
uzunca bir süre şoförlüğünü yapmış, kendisi Atamanların evinde dünyaya
gelmişti. Levent Beyin babası Şahin Bey, Rüstem beyin babasını yanına konağa
almış. Hem Rüstem Beyin babası Hasan Ali'yi, hemde sonradan gelecek kuşağı
Atamanlara hizmet etmesi için yetiştirmişti.
Gerçi Levent Bey, Rüstem efendi ile
bir uşak – efendi ilişkisi içinde değilde, bir abi – kardeş havasında
konuşuyordu hep. Levent Bey, Hasan Ali Beyin tek çocuğuydu. Şımarık
yetiştirilmiş ve iyi okullarda okutulmuştu. Rüstem efendi çocukluk ve gençlik
yıllarında Levent Beyin sahip oldukları nedeni ile onu çok kıskanmış ama
zamanla aralarındaki muhabbet arkadaşlığa dönüşmüştü. Rüstem efendi tüm bu
güzel yaklaşıma karşılık gönül borcu ödermişçesine çok saygılı davranıyordu.
Her zaman Atamanların ne istediklerini önceden bilerek olması gerekenleri
planlar ve yapardı.
Çiftlikte ilk gün öğle ve akşam
yemeğinin yenilmesi, güvenlik önlemleri alınması için kolluk güçleri tarafından
yapılan ve Levent Bey ile çiftlik korumaları ve benim bulunduğum bir toplantı
ile sonlandı. Toplantının ardından herkes odalarına dağıldı. Aileden hiç kimse
güvenlik önlemleri nedeni ile ilk gün dışarı çıkmamıştı.
Yolda ve toplantılarla geçen yorucu
bir günü tamamlamış odama geçmiştim. Televizyonu açıp kanallara bakmaya
başlamıştım. Kapımın çalınması ile uzandığım yatağımdan kalkıp açmadan “Kim o?”
dedim.
Kapının önünde İdil'in sesini duydum.
- Kapıyı açabilir misin? Bora. Benim İdil.
Şaşırmıştım. Kapıyı açarak kendisini içeriye aldım. Odada biraz gezindikten sonra İdil:
- Senin ön balkonunda masa ve sandalye yok mu?
Arka balkona taşıdığımı söyledim. Neden? Diye sorunca avluda gidip gelenler olduğu için arka balkonun daha sessiz olduğunu söyledim.
Oturmak üzere arka balkona geçtik.
Söze:
- Buralar çok güzel. İstanbul'daki
hayat nerede? Buradaki doğallık ve sakin hayat nerede? İnsan arada böyle
yerlere kaçmak istiyor. Kendini dinlemek için biraz.
Uzayıp giden orman ve içindeki ağaçlar,
gecenin içinde bir işaret misali takılı duran yıldızlara bakıyorduk ikimizde.
İdil:
- Haklısın. Yalnız fazla huzurda
sıkar insanı. Şöyle iki üç aydan sonra sıkılırsın buralardan. Dönmek istersin
yine kalabalığa, insanların arasına.
Bir süre ikimizde sustuk. Sonra aniden masadan aniden kalkıp hemen döneceğini söyledi. Döndüğünde elindeki tepside iki türk kahvesiyle kapıdaydı.
Laf lafı açtı. Türk kahvesi
muhabbetimizi kallavi bir havaya taşıdı. Nelere ilgi duyduğumu sordu. Mesleğim
gereği silahları, arabaları ve teknolojik aletleri sevdiğimi söyledim. İdil
muzipçe gülüp:
- Diyelim istediğin kadar paran var. Arabalardan hangisine sahip olmak
isterdin?
Cevabım çok netti:
- Kazanmadığım bir parayla aldığım
bir arabaya, sahip olmak istemezdim.
Hediye vermeyi seviyordu anlaşılan.
Ama ben almayı sevmiyordum. Adetim değildi.
Hele ki: bir can borcuna karşılık sayılan hediyeleri hayatta kabul edemezdim. İdil'e ailesinin bana babasını suikast girişiminden kurtarmama karşılık son model bir araba hediye edeceklerini anlamıştım. Sadece hangi arabayı özellikle istediğimi öğrenmeye çalışıyorlardı.
İdil biraz sitemkar bir şekilde:
- Bunda ne var? Canım. Sen
kendi canını riske ettin babam için. On tane araba alsak ödeyemeyiz borcumuzu.
Hınzırca bir şeyler söylemek
geçiyordu içimden:
- O zaman sizde benimkini
kurtarınca ödeşiriz. Bakın İdil hanım sizi anlıyorum. Bende ailenizin yerinde
olsam böyle bir jestle karşılık vermek isterdim. Ben zaten zorla verilen iki
maaş ikramiye aldım babanızdan. Kafi ve yeterli. Ailenizin düşünmesi bile benim
için yeterli.
Kahvemiz bitmişti. İdil
hanımın geliş amacı belli olmuş. Muhabbetimizin sonu da bu akşamlık böylece
yaklaşmıştı. Kendisini uğurlayıp derin bir uykuya daldım.
Yeni güne Ayşe'nin
telefonuyla uyandım. Neşe denilen kelimenin tam olarak karşılığı bende oydu.
Yaptığı hiçbir işte en küçük enstantaneyi bile kaçırmıyordu. Bir ajanda bile
onun kadar hazırlıklı değildi güne.
Telefonu açıp:
- Buyrun benim diyerek açtım.
Keyfim yerinde olduğunda hep böyle açardım telefonu. Ayşe havamda olduğumu anladı.
- Allah neşenizi artırsın Beyefendi. Uyuyor musun? Hala. Yoksa kahvaltıda mısınız? Hem kuzum sen nerelerdesin? Bir iki gündür sesin soluğun çıkmıyor senin. Beni aramakta yok. Ohhh.
Başımdan şu Birkaç günde geçenleri, basın açıklamasını, sabahleyin Bursa'ya geçmek için Atamanlar'da akşam geçen sohbeti ve şuan tam olarak nerede olduğumu özet bir z raporu geçerek anlattım Ayşe'ye.
- İyisen sorun yok canım. Küsmedim desem yalan olur. İnsan bir ara. Bu seferde maruz gördüm seni. İşlerin varmış. Dikkatli ol. Postu deldirme. Hemde baban için.
Gülünecek bir söz söylediği ama ikimizde bu lafa bastık kahkahayı. O bana gülüyordu. Bense sinirden gülüyordum.
Telefonu seni seviyorumlarla ve karşılıklı öpücüklerle kapattık.
Elimi yüzümü yıkayıp, elbiselerimi giymeden önce tabancamı ve mermileri kontrol ettim. Şöyle ufak bir bakımdan geçirdim silahımı. Koruma yeleğimi ve üzerine elbiselerimi giyinip avluda kurulmuş olan sabah kahvaltısına indim.
Kahvaltının ardından Atalay'ı alarak Levent Bey geçen senenin tayı bu senenin ise; büyüyen gözde atı olan Doruk'un yanına gittiler. Bende etrafı dolaşmak için çiftliğin dışında bir yürüyüşe çıkmaya karar verdim.
Yemyeşil bir doğa, alabildiğine uzanan düzlükler ve bitimini oluşturan dağ kümeleri arka balkondan görünebiliyordu. Çiftliğin içine en az etrafı kadar hoş bir mimariye sahipti. Rüstem efendi Mudanya'da yer alan bu çiftliğin Bursa'daki en büyük at çiftliklerinden biri olduğunu odalara yerleşmemiz sırasında söylemişti.
Avluda gezinirken, İdil hanım binicilik kıyafetlerini giyinmiş bir biçimde merdivenlerden aşağı indi. Babadan bir, anneden yana ise ayrı üvey kardeşlerdik. Yalnız diğer saklı kalmak zorunda kalan gerçekler gibi o ve diğer bireyleri bu durumu bilmiyorlardı.
Uzun boylu, zayıf olmasına rağmen sade bir güzelliği üzerinde taşıyordu İdil. Atamanların hiçbirine benzemiyordu. Sanki onu diğerlerinden ayıran çok farklı meziyetlere sahipti. Belki de sanatçı olmasından kaynaklanıyor diye düşündüm. O zarif sesiyle:
- Günaydın. Kimi bekliyorsun burada?
“Günaydın” diyerek kimseyi beklemediğimi, etrafı keşfetmek için birazdan yürüyüşe çıkacağımdan bahssettim kendisine.
Yeni bir teklif sunarak atlarla gezmeye ne dersin? Dedi.
- Hoş olurdu aslında şimdiye dek hiç binmedim. Becerebilir miyim? Sizce. Dedim.
Muzipçe gülerek:
- Eğer düşmekten korkuyorsanız. Yürüyebiliriz de.
Çevreyi bilmemem ve İdil hanımın o hoş sohbetinden mahrum kalacağımı düşünerek bu cazip teklifi hemen kabul ettim.
Çiftlikten kahyaya ne tarafa gideceğimizi haber vererek çıktık. Yaklaşık bir kilometre ilerimizde bir derenin olduğundan oraya gidip dolaşmamızın etrafı öğrenmem için ilk durak olacağını söyledi İdil. Zaman zaman babasıyla beraber dereye gelerek sırf eğlencesine balık tutmaya çalıştıklarından bahsetti.
Yürümeye devam ediyorduk. Dereye yaklaştıkça akan suyun sesi duyulmaya başladı. Vardığımızda önce elimi, yüzüme su vurup, ardından avucumla su içtim. Gerçekten çok değişik bir tadı vardı. İdil, çiftlikde çalışanların ara ara gelip buradan su götürdüklerini, çevreden de dereye çok rağabet olduğundan söz etti.
- E nasıl? Buldun buraları.
Tek kelimeyle “cennet” diyebildim. Muazzam bir havaya sahipti Mudanya. Suyunu anlatmaya bile gerek yoktu. Bir kere suyu içmeniz sizin için onu bir daha ki sefere içmek için referans olmaya yetiyordu.
Bende İdil Hanıma:
- Levent Bey, çok şanslı. Sizin gibi bir aileye sahip olduğu için. Yalnız anneniz çok otoriter.
Derenin sesi, etraftaki sessizliği bozuyordu. İdil:
- Sanırım yönetici olmasından, doktor olmasından kaynaklanıyor bu durum. Bir de bizi annem büyüttü diyebilirim.
Babam maddi olarak hem abime hemde bana tüm olanakları sağladı. Bilirsin para herşey değildir. Babam parayı, annemse eksik olan ilgi ve sevgiyi sağladı. İyi ki de böyle bir ailede dünyaya gelmişim dediğim çok zamanlarım oldu. Dışarıdan gözüktüğü gibi değil bizim hayatımız. Zordur onu söyleyeyim.
- Ne gibi zor tarafları var?
Alt dudağını ısırır gibi ağzının içine bastırıp, eliyle havayı işaret etti.
- Uçmak güzeldir öyle değil mi?
Kuşlar gibi hiç uçmamıştım. Muhtemelen öyle olmalıydı.
- Evet dedim.
Söze kaldığı yerden devam edip:
- Gökyüzündeyken yırtıcı bir kuşa gelme ihtimalin, vurulma ihtimalin, hava koşullarının değişmesi, doğal şartlar gökyüzünün sahibiymiş gibi gözükenleri de etkiler.
Ne demek istediğini anlamıştım
- Yerde olanlar daha şanslı mı? Diyorsun. Ayaklarımız yere sağlam basıyor en azından diyerek espriye vurdum işi.
İkimizde gülüyorduk. Aynı frekansta buluşmuştuk. Hiç olmayan ama gerçekte var olan üvey kızkardeşimdi o benim. Çok temiz bir karaktere sahipti. Sosyetik kültürün zırvalıkları ile büyümesine rağmen içindeki manevi zenginliğe kavuşmayı bilmiş genç bir kızdı o. Takdir ettim. Onun hakkında net bir fikre vardım. Her ne olursa olsun. İntikam duygumla ona zarar vermeyecek. Onu oyunumun dışında tutmaya çalışacaktım.
İleride olacak olanlara mutlaka üzülecekti. En azından kendisi için olmayacaktı üzüleceği şeyler.