5 Temmuz 2018 Perşembe

59 Km

Uzun bir yolculuğa çıkmak için değil tam tersine dinlenmek için bunca yolu gelmişti. Biraz dinlenmek senelerin üzerinde bıraktığı o ağır, mental, düşünce yükleri günleri kısa süreliğine de olsa omuzlarından bir kenara indirmek, ötelemek istiyordu.

Kalktı, dışarı çıktı. Günün en güzel saatleriydi bunlar. Güneş tepelerin üzerinden üzüm bağları üzerine oradan ovaya bir baba şefkatiyle ışıklarını yolluyordu. Yürümek iyi olacak, dedi. Ancak işler yakasını bırakmıyordu. 

Kayısılar olgunlaşmıştı. Üzümler ise; Ağustos sonu, Eylül başını bekliyordu, daha. Temmuz sıcağı bir de Ağustos'u gör dercesine yakıp kavuruyorken, "Ben insaflıyım," der gibi bir hali vardı. Bağlarda, bahçelerde çalıştı. Günün erken saatlerinde gün ışımadan gidiyordu, çalışmaya. Koparırken bir meyveyi dalından, ağacın arkasından yasını tuttuğunu düşünürdü hep, nedensiz.

Ve böyle bir süre çalıştıktan sonra üzücü şeyler yaşandı. Hani şu romanlarda okuyupta bizim başımıza gelmez zannettiğimiz türden. Ve arabası kapıdaydı. Çekip gitmek istedi. Yol uzundu. Eve varmak saatler sürerdi. Kemikleri sızlıyordu....

Bir süre yürüdü, köyün dışına doğru. Üzüm bağlarında baranlar birbirine kol veriyor. Yeşil her tonunu cömertçe sergiliyordu. İçinden, "Tanrım, nasıl bir kötülük etmiş olabilirim ki veyahut kimin ahını aldım ki böyle güzel bir havada mutsuzluğu bir şemsiye gibi tepeme açıyorsun. Ve bana yola gitmem için işaretler gönderiyorsun..." dedi. 

Ağlamak istiyordu... Ağlayamıyordu.

Çocukken de böyleydi. Kemiği kırılsa umursamaz, başını bir yere vursa kanasa hiçbir şey olmamış gibi devam ederdi, hayatına. Sızını hisseder ama acıyı sürekli ötelerdi. Böyle böyle birikiyordu işte yaşam denilen o gevrekliğin bayat tarafı.

Peki, dedi. Gitmem gerekiyorsa giderim.

Vedalaşmalar kısa sürdü. Ve yola çıktı. Köy yolunun o çukurundan asfalt yola ulaşmayı cennete benzetti. Gitti. Gitti. Gitti... Ta ki göz kapakları düşüp, "Yeter," deyinceye dek...

Ve etrafına bir elektrik santrali kurulmuş, esirliği böylece belli olan bir gölün kıyısında durdu. Karşı da sıralı beyaz kavak ağaçlarını ve seyrek ormanı gördü. O karşı kıyıdaydı. İçinden oraya yüzerek gitmek geldi. Acaba karşı kıyıda, hiç ev gözükmeyen bu yerde birileri var mıydı? Varsa da ne yaparlardı, nasıl yaşarlardı o kıyıda?

Oturdu. Bir sigara yaktı. Yolun yarısına dahi ulaşmadığını fark etti. Gün dolanıp, gidiyordu. Onun ise; sürekli yol alması gerekliydi. Varması, halletmesi gereken işleri bitirmesi ve sonraki telaşlarının peşinden koşması lazımdı. Yaşam denilen şeyde bundan ibaret değil miydi, zaten?!

Keşke, benimle yolculuk edecek birileri olsaydı yanımda, dedi.

Uzaklara dalıp gitti. Neyi kalmıştı kı, geride? Bugün şurada ölse yaşamında sürekli görüşmeye gayret ettiği üç beş kişiden başka kim vardı?! Ne acıydı, insanın mezarını ziyaret edecek bir kişinin bile olmaması... Var olduğunu düşünse bile onlarında zamanla gelmeyeceği gerçeğini kabullenmesi...

Böyle böyle "Kalk, yoluna git en iyisi sen," dedi kendi kendine. Sürekli kilometreleri sayıyordu. Yolda bir sürü tır, kamyon, araba geçip gidiyordu. Arabaların içinde genellikle şoförün yanında olmak üzere bir kişi çoğunlukla gözüne çarpıyordu.

Acaba, diyordu içinden. Ne konuşuyorlar, şimdi? Ve Tanrı neden yaşamı boyunca hiç ona kendisini göstermemişti.... Sorgulayıp duruyordu, kafasının içinde bu gibi yaşama, ölüme, insana dair herşeyi.

Ve yolda birden yağmur doluyla karışık yolu gidilemeyecek bir havaya sokana kadar bunları düşündü. Bir yerlere sığınması gerektiğini düşündü. İleride bir tır garajını gördü. Bu gibi yerlerin yemeklerinin sade, hesaplı ve lezzetli olduğunu söylerlerdi. Arada birkaç yemek yemişliği de vardı. Arabayı tır garajına çekip lokantaya girdi.

Herkes kendi dünyasındaydı. Kasadaki adam dışında onu umursamayan tek bir kişi dahi olmadı. Merak edipte kapıya bir kişi bile bakmadı. Siparişini verdi, yemeğini yedikten sonra iki çay içtikten sonra oradan ayrıldı.

Gidilecek ne çok yolu vardı. Git git, bitmiyordu bu yollar. Ancak ömür denilen zaman ne de çabuk bitiyordu. Geçen senelerini, çocukluğu baştan olmak üzere safha safha düşündü durdu.

Ve yaklaşırken hedefe son 59 kilometre dedi, kendi kendine. Kolunu kaldıracak hali yoktu. Bir benzin istasyonunun yanındaki boş alana arabasını park etti. Arabasıyla benzinlik arasındaki yaklaşık iki yüz metreyi yavaş yavaş yürüdü.

Tanrım, ölüyorum yorgunluktan. Yolun çoğu gitti, azı kaldı. Sürüp en iyisi evde dinlenmek, dedi.

Benzinliğin içerisine girdi, lavaboya gitti. Ve rezervuarda hacetini giderirken kafasını yukarı doğru kaldırdı. Ve karşısında o tabelayı gördü. "59 kilometre daha fazla yakıt için bizi tercih edin ve mola verin..." yazıyordu.

Gitmekle, kalmak arasında yine bir işaret, dedi.

Madem Tanrı kendini böyle küçük işaretlerle göstermeye karar verdi. O vakit kalıyorum, buraya. Gece uyur, sabaha karşı yola çıkarım...

Ve uyumaya gitmeden önce benzinliğin içindeki markette gözü televizyona ilişti. Bir kaza olmuş ve tek yolculuk eden bir kişi ölmüştü....

Market çalışanı ve kendisinin dışında kimse yoktu içeride. Çalışan onun yüzüne bakarak:

Birazcık daha fazla yol gidebilmek için canından oluyorlar. Yazık! dedi.

O da "Haklısın," der gibisinden kafasını salladı ve uyumaya gitti.

Sabah olurken kafasında iki şey yan yana geliyordu. Tanrı ve 59 kilometre.

Bazen, dedi. Yola çıkmadan önce Tanrının işaret gönderdiğini görmek için gözlerimizi açık tutmamız gerektiğini unutuyorum. Belki de işareti o adam almış, ben ölmüş olacaktım. Yine de her şey olduğu yerden devam edecekti.

Ve tabela da kalan kilometre: "59" yazarken yola çıktı.

Tanrının bir işaret mi gönderdiğini yoksa kaderin bir cilvesi mi bu diyerek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yap: