23 Aralık 2024 Pazartesi

Rohe'nin de dediği gibi: "Az çoktur."

İznik Gölü ve Sualtı Bazilikası M.S. 4-5 yy.

Eski çağlarda Askania olarak adlandırılan günümüzde Bursa ili İznik ilçesinde bulunan İznik Gölü'nde 2014 yılında bir sualtı bazilikasının bulunduğu haberiyle gündeme geldi. Bazilika, kıyıdan 50 metre açıkta, ortalama 2-3 metre derinlikteki bir suyun altında bulunmaktadır. Yapı yaklaşık 41 metre uzunluğunda, 18,5 metre genişliğindedir. Bazilika içerisinden çıkarılan sikkelere göre M.S. 4-5. yy.'larda inşa edildiği düşünülmektedir. Bu kilise planlı bazilikanın gün yüzüne çıkması üzerine arkeoloji uzmanları başta olmak üzere diğer bilim insanları "Aziz Neophytos'un anısına inşa edilen kayıp kilisenin burası olabilir mi?, Hristiyanlığın dört büyük mezhebinin de tanıdığı I. Konsil M.S. 325 yılında İznik'ten toplanılan ve Vatikan'dan Cappella Sistina'da yer alan freskteki Senatus Sarayı'nın yeri olma ihtimali nedir?, ayrıca Roma İmparatoru Commodus'un, mimar Baktyanus'a inşa ettirdiği Apollon Tapınağı bu bazilikal planlı yapının altında olabilir mi?" sorularına yanıtlar aramaktadırlar. İznik Gölü ve Sualtı Bazilikası ile ilgili çalışmalar halen İznik Arkeoloji Müzesi Başkanlığı'nca yürütülmektedir.

Gezgin James Dallaway 1794 yılında İznik'e uğramış ve gölün dibindeki kalıntıların görülebildiğini söylemiştir. —Yıldırım, F., 14. Yüzyıldan Cumhuriyet Dönemi'ne kadar Yabancı Seyyahların Gözünden Bursa İlindeki Mimari Eserler (Bursa 2013)


Bazilika, Erken Hristiyan döneminin en bilindik kilise yapılarıdır. Anadolu Bazilikası ise; sıralı sütunların boylamasına neflere bölünmüş dikdörtgen yapıların bir planda bir araya gelmesini içermektedir. Genel anlamda orta nefin yanında, iki revak sırasıyla ayrılmış yan nefler yer almaktadır. (Bu tip bazilikalara üç nefli bazilika da denmektedir.)

Nef, narteks, apsis gibi bazilikanın mimari öge unsurlarını anlamlarını da açıklayarak görsellerle açıklayarak Erken Hristiyan dönemine ait dini mabetlerin -daha doğrusu ilk kilise tiplemeleri olan bazilikaları mimarisini tanıyalım.

Nef, bir bazilika kilisesinin merkez koridoru veya bir kilisenin arka duvarı ile kesişme noktasının
en uzaknoktası arasında yer alan ana gövdesi ve koridordaki transept denilen çapraz neftir.

Transept karesikilise mimarisinde binanın merkezinde bir transept 
ile ana 
nefin birleştiği yerde bulunan dört köşeli bölge.

Narteks, Erken Hristiyan ve Bizans Bazilika ve kiliselerinde,
kilisenin ana mekanına açılan giriş bölümüne verilen addır.

Apsis, Hristiyanlıkta dini mabetlerin sunak odasını kapsayan, çoğunlukla yarım daire 
ve -ya da çokgen, bazen de nadiren dikdörtgen olan mimari öge unsurudur.

Nef diye tabir edilen uzun koridorlar bütünü diyebileceğimiz bu kısımlara, ruhban sınıfından olmayan Hristiyanlar (laikat) tarafından erişilebilen bir kilise bölgesidir. Narteksle, nefler sütunlar veyahut duvarlar vasıtasıyla ayrılır. Ayasofya iki narteksli bazilikalara bir örnektir. Giriş kısmına dış narteks, oradan kapı ile girilen ikinci kısma ise iç narteks denir. Yine bazilikaların iç mimari unsuru olan apsislerde, yan şapellerden veya apsislerden açılan küçük apsislere, mimari açıdan apsidiyol denir.

Bazilikalar mimari tipleri açısından genel olarak dörde ayrılır:

Merkez Plan Tipli Bazilikalar: Kare şekline sahip ana planı çokgen yapılı bazilikalardır. Orta bölüm yuvarlak olup, yapının tamamını örten bir kubbesi vardır. İstanbul'daki Küçük Ayasofya Camii ve St. John Studios Kilisesi (M.S. 463) buna bir örnektir.

Kubbeli Bazilikalar: Orta nefin üzeri kubbesi ile kapalı olan bazilikalardır. İstanbul'daki Ayasofya (Hagia Sophia) ve Aya İrini Kililesi kubbeli bazilikalardır.


Haç Planlı Bazilikalar: Orta nef, dört ayaklı ne ile örtülüdür. Kariye Camii (Khora Manastırı), Atik Mustafa Paşa Camii (Hagia Thekla Manastırı) ve Parhal Kilisesi (Parhali Manastırı M.S. 9-10 yy.)

Düzme Bazilikalar: Orta nefin doğrudan ışıklandırma penceresi olmayan bazilikalardır.

Hristiyan inancında bazilikalar, bilhassa litürji (dua usulü) inananların daha katılımcı olmalarını sağlamak adına açık yapılı erken dönem kilise tasarımı olan dini mabetlere iyi birer örnektir. Anadolu Bazilika Geleneği'nde ise; Alahan Manastırı'ndaki Doğu Kilisesi üç neflidir. Gotik unsurların öne çıktığı, yaklaşık 8 metrelik dikdörtgen kuleler üzerinde orta nef yükselmektedir. Bu dini mabetlerin göze çarpan özelliklerinden biri de duvarlarında çeşitli dini motifler başta olmak üzere hayvan ve dönemin baskın taş mimari süslemeleridir.

Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor." 
diye anlattığı Alahan Manastırı

İran-Suriye-Kafkasya bölgelerinde Erken Hristiyan dönemlerinin izlerini taşıyan bazilikalar coğrafyadaki güç dengelerinin değişmesiyle el değiştirerek han, kervansaray ve camii olmak üzere başka tahsis alanlarında dönemin şartları altında dini ihtiyaçlar başka olmak üzere kullanılmışlardır. Başlarda egemenlerin yargılama ve din dışı diğer faaliyet alanları olan (ekonomik ve devletin kurumsal olarak yerine getirmesi gereken işlerin görüldüğü) bir yer olan bazilikalar bir noktada üzerilerine tapınaklar inşa edilmek, kilise ve manastıra çevrilmek suretiyle dini açıdan asıl amaçlarına uygun biçimde mimarisine tekrar kavuşmuştur. Aradan geçen yüzyıllar içerisinde dini inançların mimari de nasıl bir bakış açısı yarattığı ve insanın anlam arayışının kültürel birikime nasıl katkı sunduğunu da böylece görmüş oluyoruz.

Ayrıca başta Anadolu Selçuklu geleneğine ait mimari olmak üzere Osmanlı mimari ve kültürüne derinden ve olumlu etki-katkıları bulunmaktadır. Roma ve Bizans dönemlerinden kalmış bu eşsiz eserlerin başta camii olmak üzere han ve kervansaraylara dönüştürülerek kendi kültür ve mimarimize de ışık tutarak genel felsefemize büyük katkılar sunmuş olduğunu yadsıyamayız. 

Yalın ve sadelikten yana bir mimari olan bazilikalar için en kısa ve anlamlı sözün Mimar Mies van der Rohe'nin sözü olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu sözü bazilikalar için söylememiş ise de; ben bu sözünün bazilikalara uygun düştüğü kanaatindeyim. Rohe'nin de dediği gibi: — "Az çoktur."

19 Kasım 2024 Salı

The Peasants: Köylüler

"Köylüler" filminin afişi (2023 yapımı)

Nobel ödüllü, Polonyalı yazar Władysław Reymont'ın (orijinal adıyla Chłopi) eserinin (The Peasants) adıyla 2023 yılında filmleştirilen romanda ataerkil toplumun bağnaz yanlarına büyük eleştiriler getiriyor.

Chłopi (Köylüler) İlk Baskısı
Yaklaşık bir asırdan daha fazla bir zaman önce ele alınmış bu eseri Reymont iklimlerle ilintileyerek dört bölüme ayırmış. Sırasıyla:

— Sonbahar (1904)

— Kış (1904)
— İlkbahar (1906)
— Yaz (1909) tarihlerinde yayımlandı.

Film, 100'den fazla sanatçı tarafından tuvale aktarıldı ve ardından (rotoskop tekniğiyle) kameraya alındı. Toplamda 40.000 kareden ve her saniyesi 6 resimden oluşturulmuş. Boyama işi için yaklaşık 1350 litre/300 galon boya kullanılmış.

Reymont, romanında kısaca; 19 yaşındaki genç bir kızın, zengin bir toprak sahibiyle olan evliliğini anlatmaktadır. Polonya'nın bir köyünde geçen bu hikayede "Jagna" isimli bu genç kızın evlilik sırasında ve sonrasında köyde yaşadığı toplumsal gerçekliğin bireyin dünyasında sebebiyet verdiklerine de vurgu yaparak konular işlenmiş. (Açıkçası; halen günümüzde buna benzer şeyleri Çağın Dünyası'nda devam ettiği düşünüldüğünde aradan geçen bir asırdan fazla zamanınnyine de pek bir şeyleri değiştirmediğini görüyoruz.) Tragedya misali; dimağımızla yaşamın içindeki anlaşılması bazı güç durum ve olaylara bakarken neleri irdelememiz gerektiğini usumuza ustalıkla aktarıyor. İnsan dediğimiz mahlukat bir yanda böylesi tiyatral eserler meydana getirebilirken diğer yanda bu derece nasıl da küçülebiliyor. İnsanı, insana anlatan çok yönlü bir eser. Nedense filmde son sahne bende bir "Esaretin Bedeli" havası çağrışımı yaptı.

Hamsun'un "Toprak Yeşerince" adlı eserini bu noktada bir atıfta bulunmakta fayda olacağını düşünüyorum. Kitabın ana karakteri Isak, toprakta geçirdiği yılların ardından kırsalda kendine bir yaşam kurar. Ve yıllar sonra Ingerd isimli bir kadınla evlenir. Evliliklerinde ilk iki çocuğun erkek olmasının ardından üçüncü çocukları kız olması üzerine Ingerd bebeği boğarak öldürür. Isak buna bir anlam veremez. Sonrasında Ingerd'ın tavşan dudak olması ve doğan bebeğinde bu kusurla dünyaya gelmesinin travması sonrasında cinayeti işlediği anlaşılır. Dördüncü çocuğuna hamileyken cezaevine giren Ingerd orada bir kız çocuğu dünyaya getirir. Ingerd'in evine döndükten ve seneler sonra eşi Isak'a seslendiği bir kısımda şöyle der: "...Bir gün, öldürdüğü çocuktan laf açtı. Ne delilik etmişim! diyordu. Onun ağzını da kestirip yeniden diktirirdik. Bunu bilsem, boğmazdım." s.164 — (Knut Hamsun, Toprak Yeşerince, Akvaryum Yayınevi, 2005 - İstanbul) Burada Ingerd'in bahsettiği şey cezaevinde iken tavşan dudağını diktirmesiyle bu kusurdan kurtulmasından bahsetmektedir. Bunu bilmediği için çocukluktan bu yana gelen karşı cins tarafından beğenilmemenin yarattığı travmanın bir anlık cinnetiyle bebeğinin de tavşan dudaklı oluşu nedeniyle onu öldürmesini -bu kusura bağlamaktadır. Ingerd, ameliyat yoluyla doğuştan gelen bu kusurun düzeleceğini bilmediğini -böyle bir cehalet içinde olmamış olsa bu vahşi eylemi çocuğuna karşı gerçekleştirmeyeceğine vurgular.

Güneş Ülkesi'ni kurmak isterken başka bir kaosa sebebiyet veren Spartaküs'ün yaşamını anlatan Arthur Koestler'in, bende var ettiği fikir "Cinsiyetsiz Bir Toplumun Aidiyeti Üzerine" bir düşünce idi. Toplum daha doğrusu insan varlığını sürdürmek için -diğer canlılar gibi üremeye muhtaçtır. Ancak tabiatta hermafroditlik üreme özelliğine sahip canlılarda (solucanların çoğunda,deniz salyangozlarında,sümüklü böceklerde,süngerlerde ve salyangoz gibi omurgasız hayvanlarda) bu özellikler mevcuttur. Tabiatın içinde bu denge kurulurken birbirine bu yönde muhtaçlık duymayan çift cinsiyetli bitki ve hayvanların aralarındaki iletişim biçimi nasıldır? Doğa burada böylesi bir dengeye neden var etme ihtiyaç duymuştur? Kadının yaşadığı başta duygusal ve sonrasında fiziksel şiddetin altında ataerkil toplumun kalıntısı dışında başka hangi sebepler yatmaktadır? Bu ve bunun gibi birçok soruyu aklımdan geçirirken, inanç merkezli olmamak kaydıyla panteist bir yaklaşımla içinde yaşadığım dünyayı anlamaya çalışmakla başlamalıyız. 

Köylüler (The Peasants) filmi özünde Reymont'un anlatmaya çalıştığı şey olduğunu düşündüğüm insanın kendi güdülerine esir düşmemesini anlatmaktadır. Balzac'ın "Köylüler" eserini de bu bağlamda okumak gerekir. Çünkü; orada insanın başka yönleriyle nasıl bayağılaştığını çok açık söylemektedir. Ve cehaletimiz koyulaştıkça travmalardan cinnete, yıkımlardan ölüme, var etmekten yok edilişlere, iyilikten kötülüğe evrilen bir kaosun içine sürüklenmekteyiz. 

Hem özümüzü hatırlamak uğruna,
hem de —törpülenmesi gereken yönlerimizi görmek için,
Ve daha da önemlisi her gün biraz daha 
—kaybettiğimiz insan olmanın erdemi adına...
Böylesi eserleri izleyin, okuyun, düşünün, tavsiye edin.

İyi seyirler, iyi okumalar. 

20 Eylül 2024 Cuma

Mutluluk

İnsan mutluluğun en büyüğüne,
ancak öteki insanlara iyilik yapmakla kavuşabilir.
 Marcus Tullius Cicero
Sene 2007,
Aylardan Nisan...

Üniversite bitmiş, iş hayatına da alışmış olduğumuz dönemler...
İki arkadaş  "Bir filme gidelim," dedik. İki sinemanın arka arkaya caddelerde sıralandığı bir yerde Zülfü Livaneli'nin aynı adlı eserinden uyarlanan "Mutluluk" filminin afişine denk geldik.

Filmden beklentimiz bir Anadolu gerçekliğiydi ve daha fazlasını anlattı bize. Önümüze bir ülke panoramasından kesitler açtı. Aile, ikili ilişkiler, gelenek, örf ve adetler, taassup sahibi sandığımız ancak ataerkil toplumun köklerinden arta kalan şeylerin bize nasıl zararlar verdiğini anlatan ve vicdan sahibi sandığımız insanların sessiz yığınlara dönüşürken az sayıda bazı kimselerin bir gemi mendireği gibi nasıl bir şeyleri ayakta tuttuğu, tutmaya çalıştığı çabasını parçalar içinden bir bütünlük ile gösterdi.

Metropol tabir edilen büyük kentlerde genelde sinemalarda dram filmleri beklenen ilgiyi görmez. Seyirciler pek itibar böylesi filmlere... Sinemaya girdiğimizde dimağımda kaldığı kadarıyla yakın bir arkadaşımla benim dışımda iki kişi daha vardı. Küçük ölçekte bir salonda toplamda dört kişi bu filmi izledik. 

Filmin son kısmında jenerik akarken yerimden kalktığımı hatırlıyorum. Nefes alma ihtiyacı hissettim. Bir ağırlık duygusu, "Nasıl olur?" sorusu kendimi sorduklarım arasındaydı. Sinema salonu alt kattaydı ve üst kata gişenin olduğu yere çıktığımızda gişeye filmin daha kaç hafta oynayacağını sordum. Dram filmlerinin üç haftadan fazla perde de kalmadığından bahsetti. 18 yaş üstü genç ve yetişkin saydığımız seyircilerin ağırlıklı olarak macera ve aşk filmlerine, orta yaş grubundaki insanların ise; aksiyon, bilimkurgu veya aşk filmlerine girdiklerinden bahsetti. Salondan "Teşekkür" edip, ayrıldık.

"Mutluluk" sözlükteki bize öğretilen bir kelime değildi, sadece. Başka açılardan da bakarsak ütopik bir kavramdı aynı zamanda insan için. Şöyle ki; insan ömrünün totalini ele aldığınızda idealize etmeye çalıştığımız bireysel tutkular ve hırslarla dolu yaşamımız dışında size pamuk ipliğiyle bağlı birçok yaşam da eklenerek sunuluyor. Cennetvari bir dünya da cehennemi yaşadığımızdan bahsetmiyorum bile. Şu soru akıllara gelebilir bazı kimseler için, "Ben ölsem üç sonra hayat normale döner. Bir şekilde hayat kaldığı yerden devam eder..." Muhakkak dere akmaya devam edecektir ve su nihayetinde yine deltasından denize dökülecektir. Hayatın olağan koşullardan bahsetmiyorum. Burada mutluluğu, ulaşılamayan -yarım kalan travmatik bir yönüyle ele alıp değerlendirmek için bu yazıyı deklare ediyorum. 

"Mutluluk" filminin tesiri altında kaldıktan sonra merakla kitabını da alarak okudum. Kült filmlerde dâhi bilirsiniz ki eserin birebir ayrıntısına, dokusuna, anlatması gereken bazı küçük nüanslara yer, mekan, kavram ve düşünce olarak uyulması ve tutarlılık açısından örtüşmesi gerekirken ıskalanan noktalar muhakkak olur. Ancak bu filmde eserin üzerine koyduğu fazladan şeyler bile var. Zülfü Livaneli, "Mutluluk" eserinde sanki orada ip sadece Meryem'in boynuna değil de bütün bu kadere terk edilmişlere ilmeğin atılmışçasına salt gerçekliği okuyucuya aktarmış. Filmde o iple yüzleşmek zorunda kalan -mağdur edilen kişilerin kaderi üzerine insan düşünmeden edemiyor. 

Özgü Namal'ın doğudaki kadın ve kızları temsil eden "Meryem", Talat Bulut'un bir akademik kişiliğe sahip aydın kesimi tarifleyen "İrfan", ataerkil toplumun kalıntısı ile iyicil duygularıyla karşılaşmak zorunda bırakılan Murat Han "Cemal" karakteriyle filmde yer almaktadırlar. Diğer oyuncalar ise sırasıyla; İrfan'ın karısı Leyla Mansur, Meryem'e kötülük eden Mustafa Avkıran "Ali Rıza", Emin Gürsoy "Tahsin", Alpay Kemal Atalan "Sezgin", Leyla Başak, Şebnem Köstem ve Meral Çetinkaya.

Doğudaki kadının makus talihine vurgu yaparak Meryem'in bir su kenarında saflığını yitirmiş ve kirletilmiş haliyle başlar, film. Cemal askerden gelir ve Meryem'in sorgusuz sualsiz infazı ona verilir. Zira töre böyledir. Meryem'i alıp trenle İstanbul'a gelirken bütün bu kötülüklerin kökünü tam bilmeden O'nu (Meryem'i) sevmeye başlar. Bir akrabalarının yanından hasımlarının peşlerine düştüğü haberi gelmesi üzerine yola düşerler. O sırada rastlaşarak Ege kıyılarında inziva halinde olan İrfan'la denizdeki yatına misafir olurlar. Olaylar bu süreçte ilerlerken İrfan'da Meryem'e kayıtsız kalamaz ve ondan etkilenir. En nihayetinde Meryem'e tecavüz edenin öz amcası Ali Rıza -yani Cemal'in babası olduğu açığa çıkar. 

Filmde "Cemal" rolünde Murat Han, "Meryem" rolünde Özgü Namal

Film, 2007 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ulusal uzun metraj film yarışmasında aday gösterilir. Özgü Namal ise; filmdeki başarılı performansıyla "Altın Portakal" ödülünü alır. Ülkenin yakın geçmiş gerçekliğine dair bir kesitten bu filminde yönetmeni Abdullah Oğuz bu filmiyle geçmişe bir not düşerek -gelecek günlere bir iz düşümü sağlamıştır.  

Özünde film bize şunu anlatmaktadır: Töre; yazılı olmayan ancak hukuksal anlamlar taşıyan ve bilhassa Doğu toplumları ile dünyanın bir kısmında hala kendi kurallarını işleten bir kavramdır. Töre; bilhassa halk ağzında hukuk veyahut mahkeme anlamlarında kullanılır. İstemeyerek de olsa misal vermemiz gerekirse; "Töreye kurban gitti..." sözünü haberlerde, gazete manşetlerinden bolca hatırlamak mümkün...

Bugünün penceresinden bu film bağlamında iki cinsten meydana gelen insanın yaşam kesitine baktığımızda ataerkil bir toplumda töreler hep varolagelmiştir. Coğrafyanın kader sayıldığı toplumlarda bu böyle olmaya devam edecektir. Asıl acı olan şey ise; bir zamanlar ülkemizde 1948 senesine kadar İsmet İnönü Paşa'nın arkasında durduğu "Köy Enstitüleri"nin yine onan eliyle kapatılması gerçeğidir. Tekrar feodal yapı eski gücünü eline alarak bir yanıyla bugünkü koşulların oluşagelmesine zemin hazırlamıştır.

Hala "Köy Enstitüleri" kapatılmasaydı, geçen 70 küsur senede bize ne kıymetli şeyler verirdi, diye düşünmeden edemiyorum. Köyde kendi kaderine terk edilmiş bilhassa kız çocukları okumuş olsaydı, okutulsaydı, o okullar kapatılmasaydı, bugün yaşadıklarımız cereyan eder miydi? O pilot okullar ülke geneline yayılsaydı, oradan yetişecek kuşaklar topluma nasıl yön verirdi? Bu ve bunun gibi sorular hep askıda kalacak...

Evelyn Reed'in "Kadının Evrimi" adlı eserinde bu uzun mesele için kısaca şöyle der:
— Dünyada yalnızca son altı bin yıldır ataerkil düzen görülmektedir. Daha önce tam bir milyon yıl, toplulukları kadınlar yönetmiş, hayvandan insana geçişte en önemli rolü kadınlar üstlenmişlerdir. Dünyamızdaki ilk çiftçiler, ilk doktor ve bilim insanları kadındır. Toplumsal güdülerin gelişmesine cinsel ilişkiler değil, anasal işlevler yol açmıştır. Dişi cins, erkekleri hayvanlıktan çıkarıp insanlığa yükseltmiş, ırkımızı uygarlığın eşiğine getirmiştir. Erkekler sürekli olarak avlanmakta ve savaşmaktaydılar. Bu nedenle insanlığı hayvansı yaşantısından kurtarıp insan özellikleriyle donatma işi, kadınlara kalmıştı. Kadınlar bir arada çalışmaktaydılar. Bunun sonucu olarak, anaerkil toplum, insanların birbirlerine karşı kardeşçil duygular beslediği bir başka toplumsal dizgeyi yarattı. Aslına bakılırsa, kadınlar, erkeklere birbirleriyle ve diğer türdeşleriyle geçinmeyi öğretti. (Payel Yayınları, 3. Basım)

Ademoğlu ana rahminde erkek veyahut kadın olarak cins ayrımına uğramadan evvel önce insandır. Gebelik yükümlülüğünün kadına yüklenmiş olması erkeği bu yükten hiçbir açıdan kurtar(a)maz. Tabiatta çift eşeyli bitkiler ve hayvanlar vardır. Bunlar başka bir cinse ihtiyaç duymadan kendiliğinden üreyerek çoğalırlar. Ancak insan öyle olmadığı gibi zeka ve ahlak taşıması, usu ve iradesiyle hayvandan ayrılması, vicdan ve öte dünyaya dair kaygıları ile sorumluluk altındadır.

Mutluluk bunca şey söyledikten sonra bana göre önce insanın kendindeki beni bulması halidir. Ve ataerkil toplumun uzantıları, feodal düzen baskısı, aristokrat sınıfın laf geveleyip aslında çoğu şeyi arkaya itmesi, bizim gibi toplumlarda çok uzun süren değişim umutlarının köreltilmesi vs. -toplamında realite içinde bakarsak tek ömürde değişmeyen demokrasi demek. 

Ailelerin çocuklarının yaşama hakkına saygı duyduğu, bazı tabu ve törelerin değil de insanın yaşama hakkının kutsal sayılması gerektiğini anladığımızda mutluluktan pek uzak olmayacağız.

Yoksa; böylesi kitapları epeyce okur, filmlerin üzerine ise; daha çok düşünürüz. 

16 Haziran 2024 Pazar

Kabakoz Köyü Plajı — Şile Feneri

Şile, Kabakoz Plajı
Kabakoz Plajı

Kabakoz Plajı, cankurtaran gözetleme platformu

Kabakoz Plajı sahil şeridi

Kabakoz Plajı, kamp alanı

Şile Feneri Sokağı






















19 Mayıs 2024 Pazar

Susmak; etkili bir eylem midir?!

Film: Persona
Yapım yılı: 1966
Yönetmen: Ingmar Bergman
Oyuncular: Bibi Andersson, Liv Ullmann, 
                Margaretha Krook, Gunnar Björnstrand

"Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü... Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”  Persona, 18 Ekim 1966

Film konusunu ve adını Carl Jung'un "Persona" teorisinden almaktadır. Derinlik psikolojisinin üç ana akımıdan biridir: Persona. Diğerleri; bireysel psikoloji ve psikanalizdir. Persona; kişinin toplum karşısında kendini nasıl görmek istiyorsa bu şekilde edindiği kimliktir. Başka bir açıdan bireyin, toplum karşısında geliştirdiği personalar ve genel davranış şekilleriyle topluma ayak uydurması da diyebiliriz.

Sahilde aktris Elisabet Vogler ve hemşire Alma

Drama türünde 7 dalda ödül ve 1 adaylığı bulunan film, temelde bireyin, toplum ile arasında yaşananlar neticesinde kendi iç dünyasında aradığı çıkışı anlatmaktadır. Film, aktris olan Elisabet Vogler (Liv Ullmann) ile hemşire olan Alma (Bibi Andersson) arasında geçmektedir. Bir film çekimi sırasında aniden susan Elisabet, hemşire olarak görev yapan Alma'nın hastanesinde tedavi görmektedir. Doktoru hemşire Alma refakatinde Elisabet'e iyi geleceğini düşünerek yazlığına gönderir. Yazlıkta bu ikili dışında başka bir kimse bulunmamaktadır. Elisabet hiç konuşmamaktadır ve hemşire Alma zamanla büyük sırlarını susmakta olan Elisabet'e anlatmaya başlar. Elisabet ise; Alma'nın sırlarını mektuplarında bir başkasına anlatmaya başlar. Alma bunu mektupları götürdüğü sırada açarak okuması üzerine öğrenir. Bu durum ikili arasındaki ilişkiyi bozar ve aralarına bir soğukluk girer. Bu olaylar sırasında Elisabet'in kocası yanlarına gelir ancak Elisabet yerine Alma'ya Elisabet diye hitap eder. Alma başlarda buna itiraz etse de sonradan bu durumu kabullenir. Bu olaylar olduğu sırada Elisabet ne kadar soğukkanlı ise; Alma onun aksi yönünde o derece duygusal ve sinirlidir.

"Persona" filminin bir dergi de çıkmış görselleri

Bir parantez açmamız gerekirse; "Alma, Elisabet'e neden bu derece kızmıştır? Sinirlenmesine neden olan ona anlattıklarını bir başkasına anlatması mıdır, sadece?"

Bu iki soruya sırasıyla cevap vermek istiyorum. İlk sorunun cevabı; Alma için çok özel olan ve bir başka insana anlatmadığı bir yaşanmışlığını, hiç tanımadığı birine mektupla bildirmesi Alma'yı kırmıştır.

"Persona" filmi afişi
İkinci soru da ilk soruyu olan cevabı da içine alarak genişletirsek; cinsel bir eylemin ikinci bir kişi vasıtasıyla üçüncü bir şahsa aktarılmasıyla deşifre olmasının dışında Alma'nın, Elisabet'e hayranlığına karşı kendisine böyle davranılması öfkesini bir kat daha arttırmıştır. 

Peki, hemşire Alma, susarak gerçeklerden uzak durmaya çalışan aktris Elisabet Vogler'e kendisini sonrasında bu derece sinirlendirecek ne anlatmıştır? 

Alma, yakın bir arkadaşı olan Catherina ile geçmişte birgün bir sahilde çırılçıplak güneşlendiği sırada hiç tanımadıkları kendilerinden yaşça iki küçük erkekle yaşadıkları cinsel bir birlikteliği bütün yönleriyle anlatmıştır. Bu sırrını faş eden (açık eden) Alma, bunun Elisabet'te kalacağını düşünmüştür. Zira Alma, nişanlı olduğunu da bu gizi anlatmadan önce Elisabet'e bildirmiş, ancak Elisabet bu sırrı mektuplarında bir arkadaşına yazdığını öğrenen Alma'yı çok sinirlendirmiştir.

Filmin başında bir çocuğun bir sedye üzerinde üzerindeki beyaz çarşaf içerisindeki yattığı yerden kalkarak ekranda Elisabet'in yüzüne dokunmasıyla başlar. Film finalinde aynı çocuğun aynı yüze dokunmaya çalışırken ki hareketiyle bitişe varır.

Duygusal gelgitler arasında finale varmaya çalışırken bu hikaye, sürekli Alma, Elisabet ile diyalog kurmaya çalışmaktadır. Ve çocuk, Elisabet'in yüzüne dokunarak hikaye bitmeden önce Alma, Elisabet'e içinde yaşadığı buhrana dair sorular yöneltir. Oğlu olan bu çocuktan neden nefret ettiğini, bu çocuğun dünyaya nasıl geldiğini ve oğlunu doğurmakla aldırmak arasındaki kararsızlıklarını, çocuğa karşı hiç geçmeyen ve dinmeyen psikolojik gerilimlerini, sevgisizliğini, hayatını mahveden bir varlık olarak görmesini yüzüne vurup durur, Alma. Burada çok ince bir ironi yatmaktadır. Filmin temelinde işlenen iki kadının bir araya gelerek ruhlarının karışması da işlenmektedir. Ancak Alma, bir ara Elisabet'in kocası karşısında bu durumu kabullenmiş görünse de genel olarak bu hususu sürekli reddeder. Elisabet'e hayran olsa da kendisinin Alma olduğunu vurgular. 

Oyuncular Liv Ullmann, Bibi Andersson

85 dakikalık, siyah beyaz bir film olan "Persona" temelde iki başrol arasında geçen ve iki yardımcı oyuncu ile çok derin açmazlara psikoloji alanına derinlemesine bir çapa atarak cevaplar arayan bir film.

Görünürün dışında insanın yaşadığı gel-gitleri, varoluş sancılarını, doğurganlığın getirdiği o içgüdünün bir kadını hangi duygulara sürükleyebileceğini, ona bakıp anlamaya çalışan başka bir kadının ne düşündüğünü ve en nihayetinde acıdan kaçarken susmanın bir çare olup olmadığı da vurgu yapar.

Hikayenin düşündürdüğü temel soru ise; susmak; etkili bir eylem midir?

Cevaben; o derece etkilidir ki; karşısındaki bu derin sessizlik karşısında bu sessizlik duvarını yıkabilmek için kendi içerisindekilerin bütününü yere dökmektedir.

Başka bir pencereden bakmamız gerekir ise; insanın umutsuz bir varoluş sancısı çekerken susarak topluma karşı çaresiz bir başkaldırısıdır. İki kişi özelinde bakarsak bir karakter çatışmasıdır. 

Kült filmler kategorisinde olan "Persona" izlendikten sonra birey-toplum sekansında üzerine uzun uzun düşünülmelidir. 

İyi seyirler.

28 Ocak 2024 Pazar

Jouhatsu: İnsan hatırlamadığı şeyle nasıl savaşabilir?

"Bazen deliliğim başlıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum." Sâdık Hidâyet, Diri Gömülen, Yapı Kredi Yayınları, s. 16.

Koronavirüs salgını ve Japonya'nın evsiz nüfusu
Shir Lee Akazawa tarafından 'Net Cafe Refugees' adlı çalışması

Jouhatsu (terimi) Japonya'ya özgü bir kavram ve 1960'larda mutsuz evliliklerinden kurtulmak, resmi boşanma işlemlerinin ağır yükünden kurtulmak isteyen insanların kaybolmasını ifade eder.

Modern dünyamıza geldiğimizde ise; işler biraz değişiyor. Genel ancak resmi olmayan kayıtlara göre; Japon toplumunda her sene yaklaşık 100.000 kişinin kaybolduğu (jouhatsu) olduğu düşünülüyor. Açıkçası; bu noktada Joseph Hincks'in "Do Stressed-Out Japanese Really Stage Elaborate Disappearances? On the Trail of the Johatsu or 'Evaporated People' " yazısındaki "buharlaşma" kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. Hincks, "Stresli Japonlar Gerçekten Ayrıntılı Kaybolmalar Sahneliyor mu? Johatsu'nun veya 'Buharlaşmış İnsanların' İzinde" yazısında temelde insanların bu kaybolma fikrine iten şeylerin sorusuna cevaplar arıyor. 

Japonya'da bu terim (jouhatsu) kaybolan 'buharlaşan insanlar' için yeni bir hayata başlamak anlamında kullanılıyor. Ancak Japonlar kendi aralarında jouhatsu'ya tercih eden insanları konuşmayı doğru bulmuyor ve bir tabu olarak sayıyorlar. (En azından okuduğum yazılardan ve izlediğim videolardan anladığım/gördüğüm kadarıyla böyle.)

Peki insanları Jouhatsu'ya iten sebeplerin başlıcaları nelerdir?

— Depresyon

— Bağımlılık

— Cinsel uygunsuzluk

— Sosyal izolasyon

— Aileiçi şiddet

— Kumar borçları

— Din kültleri ve tabular

— İş kayıpları

— Boşanma sorunları

— Sınav başarısızlıkları.

Japonya'dan dünyaya yayılan 'jouhatsu' kavramı başta ABD, Çin, Güney Kore, Birleşik Krallık (İngiltere) ve Almanya olmak üzere gelişmiş ülkeleri zorlayan sorunlardan biri olarak somut bir gerçeklik olarak devletlerin önünde duruyor. G7 ülkeleri aynı zamanda intihar oranları en yüksek olan ülkelerin başında gelmekte —bunun yanı sıra kaybolan insan sayısı ise; hiç azımsanmayacak kadar yüksek durumda.

'Jouhatsu' teriminin yanı sıra Japonya'da 'Karoshi' prevalansyon* oranı da çok yüksek. Yani aşırı çalışmaya bağlı olarak gelişen ani ölüm oranı. Kalp krizi ise; 'karoshi' indeksinde en yüksek hastalık sebebi olarak yerine halen korumakta.

İnsanlar yerleşik yaşamlarını hiçbir iz bırakmadan kasıtlı olarak terk etmesinin 'jouhatsu' kavramının oluşmasında toplumun veyahut devletin etkisi nedir? Ve bu durum diğer devlet/toplumlarda hangi boyuttadır? Sırf Japonlara özgü bir kavram olmasına rağmen 'jouhatsu' dünya ölçeğinde nasıl seyretmektedir?

Los Angeles'taki 'Skid Row' adlı kızak sırası
Başta ABD ve Kanada'da:

— Seattle'da Pioneer Meydanı,

— Portlan, Oregon'daki Eski Şehir Çin Mahallesi,

— Vancouver'daki Eatside Şehir Merkezi,

— Los Angeles'taki Skid Row,

— San Francisco, Bonfile Bölgesi ve Aşağı Manhattin Bowery'si,

— Downtown Austin'deki Sixth Street.

"Kızak sırası' ya da 'çadır kent' olarak anılan bu bölgeler şehirlerin fakir kesimlerinin tercih ederek şehir içindeki bazı mahalleleri (genellikle terk edilmiş ya da nüfus oranı düşük olan) kendi yaşam alanlarına çevirmeleri ile oluşmakta. ABD'de 'homeless*' kültürünü bir bakıma Japonya'daki 'jouhatsu' kavramına benzetebiliriz, diye düşünüyorum. Japonya'da ise; özellikle Tokyo'da San'ya ve Osaka'da Kamagasaki'deki mahalleler 'buharlaşan insanlar'ın yaşam alanları olarak hayatlarına devam etmekte oldukları yerlerdir.

The Vanished
'Kaybolanlar: Öyküler ve Fotoğraflarda
Japonya'nın Buharlaşan İnsanları' adlı eser

Léna Mauger (Yazar), Stéphane Remael (Fotoğrafçı)

'The Vanished' adlı eser ile bu insanların yaşamlarına dair hem hikayelerini okuyarak hem de fotoğrafları ile başka bir kesitten görmek ve kavramak mümkün. Ayrıca Japonya'da insanların kaybolmalarına yardımcı olmak için çıkartılmış özel eserlerde mevcuttur. 

Japon devleti 'buharlaşan insanlara' karşı nasıl bir tavır takınmakta, —yakını kaybolan insanlar neler yapmakta ve —yasal zeminde işler nasıl yürüyor?

— Hukuk davalarına yansımakta ve kişisel verilere ulaşılması devlet kontrolünde bulunmaktadır.

— Bir suç ya da kaza durumu olmadan kolluk (polis) olaya müdahil olmuyor.

— Gizlilik yasası nedeniyle kaybolan kişilerin aileleri (iletişim verilerine) yasal izin olmadan ulaşamıyor.

— Ağırlıklı olarak yakınları kaybolan ve onları bulmak isteyen insanlar özel dedektifler tutarak onları bulmaya çalışıyorlar.

— Maddi durumu izin vermeyen ancak yakınlarını bulmak isteyen aile yakınları ise; 'Japonya Kayıp Şahıslar Arama Destek Derneği'ne müracaat etmek durumundalar.

Mark Barrott'un yeni albümü 'Jouhatsu (蒸発)' için albüm videosu
Mark Barrott'un yeni albümü 'Jouhatsu' (蒸発) için albüm videosu, geleneksel ve çağdaş Japon kültürünün sesleri, görüntüleri, kokuları ve hisleri arasında 8 parçalık bir yolculuk.

Japonya'daki sert çalışma kültürü ve aile yaşamından uzak yaşamanın doğurduğu dinamiklerde insanları zorladığı kanaatindeyim. Hikikomori prevalansına* göre; insanlar sosyal geri çekilme ve toplumdan kendini izole ederek münzevi bir yaşam arayaşına girmek ihtiyacı hissediyorlar. Kimse bu insanları kayboldukları (buharlaştıkları) için suçlayamaz. Birde kaybolmak birçok açıdan külfetli bir iş (duygusal baskının dışında) aileleri ile ilişkilendirilebilecek borç ve özel ya da kamudan yansıyayabilecek yüksek maliyetlerden kurtulmak içinde 'jouhatsu' yapmayı tercih ediyorlar. Çünkü; 'jouhatsu' olduğu düşünülen bir insan yasal olarak ölmüş olmadığı için ondan doğabilecek bir yasal durumun yakınlarına yansıtabilmesi de yasalar nezdinde mümkün gözükmüyor.

*Homeless (Evsiz): Başta ABD'de ve diğer ülkelerde evsiz olan insanlar için kullanılan genel tabirdir.

*Prevalans (Uygunluk): Epidomolojik olarak belirli bir zaman diliminde çalışma kapsamında belirli bir yerdeki hastalık olgularının bütününün topluma olan oranı.

*Hikikomori Prevalansı: Şiddetli bir şekilde toplumdan sosyal geri çekilme ve izolasyon arayışıdır.

14 Ocak 2024 Pazar

Mandalina Bahçeleri / Mandariinid Tangerines

Yaşlı marangoz "Ivo" rolündeki Lembit Ulfsak

"Hangi taraftan olduklarının ne önemi var?
İkisini de aynı yere gömeceğiz."
"Ivo" rolündeki Lembit Ulfsak

Yönetmen | Senaryo: Zaza Urushadze
Yapım: Estonya | Gürcistan
Yılı: 2013

19. yüzyılın ortalarından itibaren Estonya köyleri Abhazya'da var olmaya başlamıştır. 1992 senesine gelindiğinde Gürcü - Abhazya savaşlarının başlaması üzerine Estonyalıların hayatı zor koşullar altında kalır. Bir kısmı anavatanlarına döner. Bu savaş sadece Gürcü ile Abhazya halkı arasında sürmez ve Çeçenlerin de dahil olması üzerine geride kalan Estonyalıları zor günler beklemektedir.

"Margus" rolünde Elmo Nüganen ve "Ivo" rolünde Lembit Ulfsak

Yaşlı marangoz "Ivo" ile mandalina toplayan "Margus" bir anda savaşın kapılarına kadar gelmesiyle istenmeyen bu durumla yüzyüze kalırlar.

Yaralı taraflardan Ahmed (Giorgi Nakhashidze) Çeçen kesimini, Nika (Mikhail Meskhi) ise Gürcü tarafını resmeder. Ve Ivo (Lembit Ulfsak) kendi evinde, arkadaşı Margus (Elmo Nüganen) ile yaralıları arkadaşı olan bir doktora haber göndererek çağırır ve tedavi ettirir.

"Ahmed" rolündeki Giorgi Nakhashidze
Film temelinde; ırkçılığa karşı insan kalabilmenin ne kadar önemli olduğu vurgusu üzerine inşa edilmiştir. Ahmed'in müslüman, Nika'nın hristiyan olması birbirlerini anlamalarına engel olamayacağını, bir insanın diğerini ne din ne de ırkçılık adına öldüremeyeceğini hikâye bağlamında işlemektedir.

İnsan kalabilmenin her şeyin üzerinde olduğunu anlatan, ırkçılık karşıtı çok özel bir film: "Mandalina Bahçeleri."

Ve bir seyirci olarak, yaşlı marangoz "İvo" rolündeki Lembit Ulfsak performansıyla filmi bambaşka bir seviyeye taşıdığını düşünüyorum.


Ve bir insan; insanlık adı altında işlenen bunca suça ve mandalinaların ayaklar altında ezildiği bir dünyayı nasıl tahammül edebilir! Bu sorulara filmin verdiği cevap çok basit ve insanca: "Irkçılık yapmayarak, öldürmeyerek, her şeye rağmen insan kalmaya devam etmeye çabalayarak!..."