3 Mayıs 2025 Cumartesi

Marika Hanımla Bir Gün

1.
Bir öğleden sonrası...
Ara bir sokakta olan, içi bolca küf ve rutubetten nasibini almış sıradan büyük şehirlerimizin herhangi birinde, küçük, kalabalık ve sıkıcı mahallelerinde bulunan orta yaşı çoktan geçmiş sahaflardan birinin işlettiği bir kitapçıya girdim.
İçeride pek bir kimse yoktu. Sonra o geldi. Elimi uzattığım Tarkovski'nin "Mühürlenmiş Zaman" eserine o da elini uzattı. Kitabı raftan olduğu yerden dışarıya doğru çıkarmaya çalışıyordum. O anda birbirimizin ellerini takip etmek suretiyle bakışlarımız yüzlerimize odaklandı. Raftan aldığım kitabı bir şey demeden ellerine doğru uzattım. Kitaba bir müddet baktıktan sonra:
— Evimdeki kitaplığımda daha yeni bir baskısı bulunmakta. Bu baskıyı ve kapağını ilk kez görüyorum, dedi.
— Doğrudur, dedim.
Kitabı bana uzatırken göz göze geldik. Düşünmeme ve konuşmama pek fırsat vermeden:
— Hangi filmlerini izlediniz?
Yönetmenin sadece iki filmini izlemiş ve onlardan da pek bir şey anlamamıştım. Aslına bakarsanız kafa karışıklığımı gidermek için bu kitabı arıyordum. Filmlere bir nevi garip kalınca yakın arkadaşım çözüm olarak bu kitabı önermişti.
— Yalnız iki filmini izledim.
— Hangilerini?
— Ayna ve Nostalji.
— Hangisini daha çok beğendiniz?
— Nostalji'yi.
— Neden peki?
— Bilmiyorum. Pek bir özel nedeni yok. Beğendim, sadece.
"Anladım" deyip ardından sigara içip içmediğimi sordu.
Sahaf ana caddenin kenarında, şu belediyelerin ağaçların bütün dallarını kesip sadece büyük gövdeli dallarını bıraktığı bir ara sokaktaydı. Yüksek binaların duvarları arasında gün ışığına hasret bir yerdeydik. Nasıl desem şu eski cezaevlerini bilir misin, ha işte oradaki uzun ama dar volta yürüyüşlerinin yapıldığı yerleri anımsatıyordu, insana.
Sigarasını yaktı. Paketinden bir tanesini de dışarıya doğru yarı oranında çıkartarak bana uzattı. Aslında paketim cebimdeydi. Başka marka sigaraları pek mecbur kalmadıkça almayı ve içmeyi sevmiyordum. Genelde beni öksürtüyordu. Nezaketen geri çevirmem gerektiğini kısa bir anlığına hatırıma getirdikten sonra sigaraya uzandım. Dudaklarıma götürüp yakıverdim. Duman aramızda dağılıyordu, karşılıklı. Hafif bulutsu bu dumanın arasından:
— Adınız neydi acaba?
Soruyu sorarken bir yandan da elini uzatmış sorusuna daha ben cevap veremeden:
— Ben Marika, deyivermişti.
Göçmen olduğunu, ailesinin mübadele zamanında geldiğini, kimlikte yazan isim yerine babaannesinin ona çocukken seslendiği bu ismi kullanmayı tercih ettiğinden bahsetti.
Susmuş öylece çocuk gibi dinliyordum. Bir dala tünemiş baykuşun rahatlığı vardı o anda üzerimde. Sözlerine devamla:
— Adını sordum. Sonra da hiç susmadım. Sense doğru düzgün kendini ifade edemedin. Fırsat vermedim. Kusuruma bakma sakın benim.
Ve susup adamı öğrenmek için ağzımdan çıkacak o kelimeye kulağını kabartmış bekliyordu. Sigaralarımızı içmeye devam ediyorduk.
"Refik" benim adım, dedim.
— Refik Halit Karay romanlarını okumayı çok severim. Memleket Hikayeleri, diğer öykü ve romanlarını....
O sırada yanımızdan çay tepsisiyle yüzü ergenlik sivilceleri ile dolu çaycı bir çocuk geçiyordu. Çocuğa elimle dur işareti yapıp, Marika'ya:
— Çay içer misin veyahut başka bir meşrubat?
Başını "olur" anlamında salladı. Ve ekledi: "Açık olsun ama benim çayım," dedi.
Çaycı çocuğa "Bize iki çay, biri açık," dedim.
Çocuk elindeki tepsiyi sallaya salaya giderken o anda Marika'nın yüzüne bakarken şunları düşünüyordum.
İnsanın tanımadığı veyahut daha yeni tanıştığı bir kimseye çok rahat bir biçime konuşmasının asıl sebebi neydi? Belki de bir daha o kişiye denk gelmeme ihtimalinin o oransal yüksekliğine güveniyorduk.

Marika ile duvar dibindeki iskemlelere ve küçük masaya oturmuş, konuşuyorduk. Çaylar daha gelmemişti. İki yabancı bir kitapçıda nasılda bir araya gelmiştik. Konu bunun üzerine sürerken bir anda:
— Evli misin, diye sordu.
Heyecandan çayı ağzımdan püskürttüm. "Hayır," dedim.
Eskiden de bu buluşma, görüşme vesaire işlerinde mutlaka saçma sapan bir harekette bulunurdum. İstemsiz oluyordu bu gibi şeyler. İstemeden bir anda oluveriyordu işte. Durumu kurtarmak ve diyaloğu sürdürmek adına:
"Peki ya siz?" diye sordum.
Neşesiz bir hali vardı.
— Yeni boşandım, iki ay kadar oluyor. Velayeti bende olan bir oğlum var. Sekiz yaşında.
Zoraki konuşuyordu. Belli ki aynı şeyi başkaları defalarca kez sormuş ve o da aynı şeyi defalarca kez söylemişti. Nerede okuduysam ya da aklımda nasıl kalmışsa:
— Çocuklarda duygusal erginlik sekiz yaşında oluşmaya başlar. Gerçi benim çocuğum yok. Muhtemelen hiçte olmayacak.
Söylediğim şeyin doğru olup olmadığı hakkında net bir bilgim olmadan konuşuyordum. Son söylediğim şeyleri ise konuyla alakalı olmasına rağmen neden söylediğimi kendime sorup duruyordum. İç sesimle konuşmamı bölerek:
— Neden evlenmeyi hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa evlenip çocuk yapmak yerine kedi, köpek, hayvan besleyen şu tiplerden misiniz, sizde?
"Hayır" öyle bir şey değil deyip kafamı önüme eğdim. "Keşke böyle bir şeyin olma ihtimali olsa, bende ölene kadar Tanrıya bunun için şükran duaları etsem," dedim.
Sustum, uzun süre. Sanırım benim uzun süre susmam, onun bu çocuk mevzusu üzerine ısrarlı soruları, anlamak için sürekli kurcalaması beni sinirlendirmeye başlamıştı. Ve dayanamayıp:
— Kısırım.
Derin bir nefes alıp ekledim: "Daha doğrusu sperm sayım çocuk yapmak için yeterli değil. Hiç yok gibi bir şey."
Masaya elindeki çay bardağını bırakıp, çantasını aldı:
— Özür dilerim, deyip masadan kalktı ve hızlıca yürümeye başladı.
Arkasından seslenmek için tek bir cümle edebildim.
— Bir daha gelir misin, buraya?
— Evet yine gelirim, dedi ve çekip gitti.
Kendimi hava limanında unutulmuş veyahut kaybedilmiş bir valiz gibi hissettim, o giderken.


2.
Derviş Ali'nin evi bir gecekondu mahallesindeydi. Minibüs gecekondu mahallesinin altındaki son durakta beni bıraktığında tepeye çıkan yokuşun dibindeydim. Bir müddet yokuş yukarı yürüdükten sonra hamladığımı hissederek nefes alış verişimi düzenlemek için durdum. Sürekli Marika'yı düşünüyordum. Kısır olduğumu söyledikten sonra bir anda gitmişti. İçimden kısır bir adamı kadın ne yapsın. Konuşşak, görüşsek, iş ciddileşse evlensek çocuk sahibi olmamız için güç. Sonra onun çocuğu olduğu aklıma geldi. Çocuklarla yetişkinlere nazaran daha iyi anlaşırdım. Ruhumun çocuk yanını onlar görebiliyorlardı. Başka ihtimalleri kafam almıyor. Marika'nın güzelliği benim unutmaya çalıştığım kısırlığımı zihnimde sürekli hatırlatıp duruyordu. Canım sıkıldı. Paketten bir sigara daha çıkarıp yaktım. Dumanı savurdum.


Saçma da olsa zihnimi oyalaması için minibüs neden mahallenin içine kadar girmiyor, diye düşünüp duruyordum. Ağır adımlarla Derviş Ali'nin evine doğru yokuşu tırmanmaya başladım. Yanımdan Derviş Ali'nin komşusu Naci abi geçti. Selamlaştık. Adamın beş çocuğu var ve büyük oğlu üniversite de okuyor. Adam sabah akşam çalışıp duruyordu.


Naciye abla daha ben kapıya varmadan:
— Kahveye gitti, Derviş Ali. Refik yanıma gelsin dedi.
Eskiden daha bu yeni usul ucube telefonlar icat olmadan önce üstü dantelli ne güzel çevirmeli telefonlarımız vardı. Oradan konu komşu ile usturuplu biçimde görüşürdük. Bunları düşünüp dururken o mahalle ablalarına has sesiyle Naciye abla:
— Ne donup kaldın öyle.
— Gelmeden ankesörlüden aradım sizin evi abla. Telefon düşmedi, sanırım.
Hemen cevap verdi:
— Telekomcular geldi mahalleye, alt yapıyı yeniliyorlarmış..
"Tamam, abla" deyip kahveye yollandım. Yol boyu sahaftaki Marika'yı düşünüp durdum. Üzerine giydiği o bütün siyah roplu kadife elbise, omzuna taktığı küçük, ucuz ama iş gören çantayı ve bileklerin etli halini hatırıma getirdim. Nerede oturuyordu. Gerçek adı ne, bunları bilmiyordum. Bazen çok aptal daha doğrusu ahmak oluyorum. Lüzumsuz bir çok şeyi sorarım da asıl soracağım şey bir türlü aklıma gelmez.


Akranlarım çoktan iş güç sahibi olup, çoluk çocuk sahibi oldular. Ben hala ufak işlerde ömür törpüleyip duruyordum. Yokuşun sonunda minibüs duraklarının sonunda kahvelerin olduğu yere geldim. Bazı masalarda oyunun heyecanıyla küfür gırla gidiyor.
Derviş Ali her zaman ki yerinde pazarcı arkadaşlarıyla kağıt oynuyor. Kafasını kaldırıp beni gördüğü anlamında el ediyor. Yanına çöktüm. Semt pazarlarında balık işi yapıyor. İyi de kazanıyor.
— Nasılsın, Refikcim. Uğradın mı bizim eve?
— Evet, abi. Naciye abla kahvede olduğunu söyledi. Aradım sizin evi. Telefonlar arızalıymış.
Ağzında sigara Derviş Ali bir yandan oyun oynuyor, diğer yandan kafasını "Evet, evet" anlamında sallayıp duruyor.
— Pazarda iş var, Refik. Yanında çalışır mısın?
— Olur, abi.
— Yevmiye usulü. Aylık bana uymaz. Günlük ya da haftalık.
— Haftalık olsun, Derviş abi.
— Kira paranı ben haftalığından düşerim. Ayın sonunda toplu veririm. Bizim Ayhan'a söyledim senin ev işini. Onun alt katında kalacaksın.
— Teşekkür ederim, abi.
— Paranın da değerini bil, Refik. Kömürlükte bir yatak var, sağlam. Üstüne bir döşek, yorganda ayarlarız. Zaten önümüz yaz. Ufak bir masa sandalye. Yemek işini sabah, öğle yanımızda halledersin. Bazen akşamları bize uğrarsın. Bazen de balık, et, sebze türü halledersin.
— Elimden çok şükür gelir, yemek yapmak. Sen onları dert etme abi.
— Paranın değerin bil dediğim gibi. Gerçi çok bir şey değil ama.
— Bende para pek durmaz. Malum eş dost ister. Dayanamaz veririm. Varsa var derim. Yoksa da bulup buluşturur yine veririm.
Masadakilerden biri:
— Böyle arkadaş kaldı mı bu devirde? diyor.
Hep beraber gülüşüyoruz. Masadakilerle tanıştırıyor, beni. Hepsi pazarcı tayfasından. Onlarda da var geçim sıkıntısı. Eş, çoçuk, bazılarının memleketten gelen ana babaları da var başlarında.
Derviş Abi:
— Bu Cengo. Adı Cengiz. Biz aramızda Cengo, diyoruz. Para verme geri alamazsın. Bu Hüseyin. İçimizde en iyisi budur. Bu da "Bülbül".
Şaşırıyorum, soruyorum hemen:
— Sesimi mi güzel? Ondan mı bülbül, diyorsunuz.
Hepsi basıyor kahkahayı "Bülbül" hariç:
Cengo cevap veriyor:
— Yok yahu bunun bülbüllüğü bülbül bulamamasından. Sürekli şakıyıp duruyor ancak bir bülbülü hala yok. Bülbülsüz bülbül bu.
Bülbül:
— Sen bakma bu salatalıklara. Kıskanıyorlar beni. İçlerinde tek bekar benim.
— Abi eyvallah. Bende bekarım. Arkadaş oluruz..
— Oluruz. Memnun oldum.
Derviş Ali abiye dönüp soruyorum:
— Ne zaman başlayayım?
— Bir manin yoksa yarın. Uygun mudur?
— Uygundur. Tamam yarın görüşürüz. Ben çıktım. Şeytanınız bol olsun.
Yürüyorum, sokaklarda. Pazarda balık işinin dışında sürekli sahafa gidip geleceğim. Marika Hanım muhakkak geleceği minvalinde sözler etti. Günler geçiyor. Marika, sahafa uğramıyor. Sonunda utana sıkıla sahafa:
— Hani iki ay önce ben geldiğimde bir hanım gelmişti. Adı Marika. Onu ne zaman gelir biliyor musun?
— Anlamadım, diyor sahaf.
Tekrar soruyorum:
— Marika Hanımı tanıyor musunuz?
— Hayır. Marika adında birini tanımıyorum.
Sahafın aynı şeyi sormamdan sıkıldığını kafasını masasının önündeki kitaplara eğmesinden anlıyorum. Ancak sormaya devam ediyorum:
— Küçük siyah bir çantası var. Hafif topluca, orta yaşlarda bir bayan.
Sonunda dayanamayan sahaf:
— Kardeşim, git işine ya. Buraya öyle bir sürü insan gidip geliyor. Ben her gelen müşteriyle konuşup tanış mı oluyorum, zannediyorsun. Dediğin kişiyi tanımıyorum. Hem tanısam da sana neden diyeyim?
— Haklısınız, diyorum. Adamın sinirini hafifletmek için.
Bu seferde sahaf durmuyor yerinde:
— Siz neden soruyorsunuz, neydi ismi, Marika, Marika Hanımı?
Özel bir sebebi olmadığını açıklamaya çalışıyorum. Yok, adam anlamıyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. Beni anlamamak için resmen yemin etmiş.
Karşılıklı sinirli bir havaya bürünüyoruz. Adam:
— Çek git buradan, bir daha da gelme. Yoksa polis çağırırım.
İfrit olmuş şekilde bir şey demeden çıkıyorum. Bazı insanlar yaşamları içerisinde muhakkak kendini doğru şekilde ifade etmeye çalışırken bataklığa saplanan bir insan gibi daha da derine gittiği o anların içinde bulunmuştur. İşte ben o anlardan birini yaşıyordum.
Gidip adama kendimi bir daha ifade etmeyi düşündüm. Ancak adamın ciddi ciddi beni polise ihbar edeceği gerçeği karşısında çaresiz kaldım. Güzel güzel açıklasa anlaşsak bende sahafa gelip gidip Marika Hanımı bekleseydim.
Sahafa artık gidemezdim. Sahafın o dar koridorunun karşısında küçük bir çay ocağı vardı. Pazara gittiğim günlerin dışında ve akşam saatlerinde sürekli çay ocağına gelip gitmeye başladım. Elimde bir kitap, her akşam en az on bardak, tatil günlerinde sabahtan akşama en az yirmi ile otuz bardak arasında çay içerek Marika Hanımı beklemeye başladım.
Aradan altı ay geçmişti. Koskoca yazı Marika'yı bir kere daha görme umuduyla heba etmiştim. İşte ne yaparsınız insan anasız, babasız, eşsiz, çoluksuz çocuksuz olunca böyle olur.
Ve bir Ekim günü tesadüfen yerel gazetelerdeki bir haber insanların diline düştü. 
Sekiz yaşındaki bir çocuğuyla göçmen bir kadının Yalova vapurundan kendini Marmara Denizine attığını, kadınla çocuğun kurtarılamadığını yazıyordu. 

3.
Balık tezgahında Derviş Ali bağırıyordu:
—  Derya kuzuları bunlar, öyle bir derya ki bu, bir yiyen bir de yemeyen pişman. Abla vereyim çupra. Şöyle abimle akşama afiyetle yiyin.
Kadın giderken cevaben "Sağol kalsın," anlamında elini baş hizasından aşağıya indirdi.
Tezgahın arkasına geçmiş orada derin düşüncelere dalmıştım. Derviş Ali dayanamayıp:
—  Kaç gündür sende bir hal var. Ne oldu anlat?
—  Anlatsam da bir faydası olmaz. Abi müsaade varsa işi bırakmak istiyorum. 
Derviş Ali insanları zorlamayı sevmezdi. Peki, dedi. Hesabımızı kesti, paramızı verdi. Vedalaştık.
Marika Hanım ile bir sefer görüşmüş, oğlunu ise hiç görememiştim. Ailesi olmayan ben bu acı ölüme sessiz kalamamıştım. Marika Hanımın olmadığı bir şehirde duramazdım. Bazen hiç tanımadığımız bir insanın yokluğu, senelerdir tanıdığımız ve güvendiğimiz insanların varlığından daha büyük bir biçimde bizleri sarsar. Şehirden ayrılan ilk trene bilet aldım ve ayrılırken, bu anın bütün yaşamımı ne denli derinden sarstığını sonradan anladım.

17 Şubat 2025 Pazartesi

Koridor

Hastane koridorlarını oldum olası hiç sevmemişimdir. İçinde ölümün o soğuk yüzünü hatırlatan gri bir şeylerin karaya çalan yanını nedense o duvarlarda hep görmüşümdür. Aile, aidiyet duygusu böylesi şeyler nedense hep bana uzak olmuştu. Yetimhane de büyümemden midir yoksa ruhumun direklerini tutan görünmez iskeletinin haleti ruhiyesi böyle midir, hiç bilmiyorum. Ve insan kendisine uzak dahi olsa bir yakınını kaybettiğinde bir parçasını uçurumdan boşluğa savurmuş gibi hisseder. Zaten çok az sayıda yakınım olduğu düşünüldüğünde içinde bulunduğum çaresizliğin koyuluğunu gayrı siz düşünün. Öldüğünden doktorun ve hemşirelerin habersiz olduğu, çift kişilik oda da tek başına yatmakta olan ölüye -yani babama yaklaştım. Yüzü pencereye dönüktü. Sahile hafiften bir yağmur çiseliyordu. Dışarıdan martıların sesleri geliyordu.

İstemsiz bir biçimde "Baba!..." ünlemi ağzımdan odaya dağıldı.

Öldüğünden habersiz bu sözü her adımda yatağa yaklaşırken gitgide yükselterek tekrarladım. Öldüğünü anladığımda bu sözcük iki parça halinde ağzımdan ölümü vurgulayan biçimde "Ba-ba..." biçiminde havada çınladı.

Ne kadar odanın içinde yığıldığım koltukta babamla camdan dışarı seyrettim, hatırlamıyorum. Ve kendimi toparlayarak benim dışında diğerlerinin de haberi olsun diye oda kapısını açtığımda onu fark ettim. Haliyle o da beni....

Siz kimsiniz, diye sordu.

O babamın ikinci eşinden olan tek kızı, bense ilk eşinden olan tek oğluydum. Aramızda on yaştan fazla fark vardı. Babam öldüğünde ben tam kırk yaşındaydım.

— Babam uyanmış mı, diye tekrar sordu tanışma faslı geçtikten sonra.

Yüzüne bakma cesaretini kendimde bulamadan, "O öldü" dedim. Sanki ölen bir başkasıydı. İçeride kafasını sahile dönük ölmüş olan babam değildi. Yabancının biriydi sanki. Biz birbirimize senelerdir el gibiydik. En son ben üniversiteden mezun olduğumda okul kapısında tartıştıktan sonra bir daha görmemiştim onu. Annemin ölümünden onu sorumlu tutuyordum.

— Nasıl ölmüş, diye tekrar sordu.

Tuhaf bir soru gibi geldi bu soru.

— Bir insan nasıl ölürse öyle ölmüş. Görmek istiyorsan odanın içinde...

O da son cümlenden rahatsız olmuş gibi bir hal takınarak "Ben ölüden korkarım. Sizinle beraber girebilir belki. Yardımcı olur musunuz bana?" dedi.

"Olur" anlamında kafamı salladım. Odanın kapısını açtım. Tekrar odaya girdik. Ağır bir havanın o ilk girişime nazaran odayı kapladığını hissetim. Bir ölü babanın başucunda iki ayrı eşinden olan birer çocuğu olarak oradaydık. Daha önceden bir vesileyle görüşmediğimiz gibi birbirimizden bi'habersiz yaşayıp gidiyorduk, yaşamın içinden.

Babamın yanındaki koltuğa oturup uzun uzun seyretti, onu. Sonra bana dönmeden olduğu yerden, "Biliyor musunuz benimde annem öldü."

Annemin daha önceden ölmüş olduğunu bir vesileyle öğrenmişti. Ancak anlaşılan benden haberi yoktu.

— Neredeydiniz, bunca zaman?

— Yurt dışındaydım.

— Hangi ülkede?

— Nepal'de.

— Niçin bulunuyordunuz, orada?

— Dağcıyım ben.

Uzun bir susuş girdi araya. Camdan dışarıyı seyre daldık. Yağmur şiddetini artırmıştı. Camlara şiddetli bir fırtınanın haberi yollayan rüzgar denizdeki tuzlu suyu yağmur suyuyla beraber hemen sahilde bulunan hastanenin camlarına taşıyordu. Ve bu derin sessizliği hemşirenin sesi böldü. "Hastamız nasıllar bugün?"

Gayri ihtiyari cevap verdim:

— Ölü.

Hemşire şaka yaptığımı zannederek:

— Çok şakacısınız.

"Gayet ciddiyim." dediği esnada o da babamın ölü olduğunu önce yüzünden sonra nabzını yoklayarak anladı. Doktora haber verildi. Diğer klasik hastane prosedürleri falan başladı. Babamın arkadaşlarına ulaşılması gerekiyordu. Lakin ben senelerdir görüşmediğim gibi babamla, onun arkadaşlarıyla da pek bir bağım hiç olmamıştı. İki yabancının tesadüf eseri rastlaşması sonrasında bile aralarında daha fazla birer bağ oluşma ihtimali varken, babamla benim aramızda üzerine mermer düşmüş bir çimenin perişan halde olduğu yerde sararmış, dağılmış bir ortak mazimiz vardı.

Sordu:

— Babamın arkadaşlarından hiç tanıdığınız var mı?

Cevap verdim:

— Hayır. Hiç kimseyi tanımıyorum, dedim.

Cümlemdeki o büyük yokluğu gidermek için "Babamın çok samimi olduğu tek bir dostu vardı. O da Neriman Hanımdı. Yıllardır huzur evinde birbirleriyle arkadaşlık ettiler. Neriman Hanım için huzur evinden izin alabilirsem onu da cenazeye getirmek istiyorum. Ayakları tutmuyor. Yardımcı olur musunuz, bana?"

Yine "Olur," anlamında başımı salladım. Kalktık, huzur evine gittik. Neriman Hanıma alıştıra alıştıra babamın öldüğü haberini verdik. O derece kanıksamıştı ki; dinledikten sonra ağzından tek bir cümle çıktı. "Önce ben gidecektim. O uğurlayacaktı beni. Olmadı..."

Bir ağacın altındaki aile kabristanındaki lahit mezara annesinin yanına defnettik, babamı. Vasiyeti böyleymiş. Bundan bile haberim yok. Ölmeden önce benden üvey kızkardeşime hiç bahsetmemiş. Bunları hep sonradan öğreniyorum. Anneme dair birçok şeyi ise; babam uzun uzun nakletmiş.

Defin işleri bitiyor. Neriman Hanımı huzurevine bırakıyoruz. Huzurevinin kapısının önüne çıktığımızda ayrılmazdan hemen önce aklıma geliyor:

— Adınız neydi?

— Ada.

O da bana soruyor:

— Peki sizin.

— Ata.

Gülüyoruz. Acı bir gülümseyiş bu...

Birbirimizle bir daha görüşmeyeceğimiz o kadar belli ki. Bir telefon alışverişi olmuyor aramızda.

Ve ikimiz iki ayrı yöne doğru yürüyerek oradan uzaklaşıyoruz.

2 Şubat 2025 Pazar

Bir Çuval Kömür, Bir Kalıp Helva

20. yüzyılın başlarında ABD'nin Pensilvanya
eyaletindeki bir kömür madeninde çalışan bir çocuk.

AP fotoğrafı.

Bu hikayede diğer ötekiler gibi başlamıştı. Ancak sıradan görünen ve basite alınmış gerçeklerin paralelinde bitti —aynı yaşamlarımızın birgün biteceği hakikatinin aşikar olması gibi...

İki kardeş gemilerin yapıldığı bir tersanenin yakınlarındaki otelin arka duvarında denizi seyretmektedirler. Küçüğü daha beş yaşına basmamış, ağabeyi ise ondan sadece üç yaş daha büyük. Sabah saatin daha altısı bile değil. Şafaksa daha sökmemiş. Birazdan otelin hademesi yanmamış kömürleri külle karışık olarak beş metrelik istinaf duvarından aşağı dökmeye başlayacak. İki kardeş bir kayanın arkasına saklanmış onun gelmesini bekliyorlar. Aylardan Aralık... Kış kendini iyice hissettirmeye başladı. Denizden esen rüzgar ikisini de hasta edecek yine.

Küçüğü, kaya ile ağabeyinin arkasına saklanmış... Rüzgardan bir parça da olsa kendini korumak için... Üstlerindeki elbiseler kim bilir kimin eskimiş kıyafetleri. Küçüğü soruyor yine:

  Babam seneye gelecekmiş, diyor annem.

Ağabeyi bu lafı kendini bildi bileli duyuyor annesinden. İyi bir kadın, o. Kocasının yokluklarını çocuklarına hissettirmemeye çalışıyor. Kendi babası, iki küçük çocuğu ve kendisi teneke mahallesinde iki göz odalı bir evde yaşamaya gayret ediyorlar. Büyüğü okula gidiyor. Küçüğü ise annesinin yanında sürekli. Annesinin etrafında yok ise mutlaka abisi ile beraberdir. Ağabey en sonunda dayanamayıp, bu söze kızarak karşılık veriyor:

  Öldü bence. Annem bizi kandırmak için öyle söylüyor.

Çocuk bunlar akıllarından geçen şeyleri direkt söylüyorlar birbirlerine. Yetişkin insanlardaki hesaplı konuşma yok onlarda. Onlar böyle konuşup dururken babalarından o sırada hademe görünüyor duvarın üstünde. Yanında başka bir adam var. İlk kez görüyorlar çocuklar bunları. Otelin istinaf duvarı yola yaklaşırken yüksekliği azalıyor. Çocuklar oraya yakın bir yerdeler. Yukarıdan konuşulan şeyleri duyuyorlar. Rüzgarın o yönden estiği de düşünülerse handiyse yanlarında konuşuyorlarmış kadar ayan beyan duyuyorlar. 

Hademe yanındaki adama, "Hani bana ayarlayacaktın. Yalan söyleyip oyalıyorsun beni." Yanındaki adam istediği şeyi alamamış olacak ki, "O sana bakmaz..." diye cevap veriyor. Hademe kızıyor bu söze. "Nedenmiş, bizim ki para değil mi oğlum? Millet bir mi veriyor ben iki misli veririm. İstiyorum onu. Bu akşam, bu akşam... Sana da bir iki yüzlük çalışır. Tamam mı?" Diğer sessiz düşünüyor. Sonunda, "Üç yüz... Üç yüz olursa tamam getiririm." Hademe uzatmıyor, "Tamam" diyor. El sıkışıp duvardan uzaklaşıyorlar. 

Küçük çocuk bir şey anlamadı. Büyüğü ise anladı. Teneke mahallesinde çocuklar erken yaşta neyin ne olduğunu kavrarlar. Küçüğü dayanamayıp soruyor. 

  Ne istedi hademeden? Ben anlamadım.

Büyüğü kardeşine hep açık konuştuğu için bu soruya da öyle cevaplıyor:

  Kadın.... Diğer adam avantasını aldı. Kadını akşama getirecek hademeye. Ama hademe çok çirkin... Neticede o da erkek işini görmek istiyor. Ben büyüyünce....diyor. Lafı yarım kalıyor.

O sırada hademe duvarın üstünde tekrar gözüküyor, el arabasıyla. El arabasının içi külle karışık yanmamış irili ufaklı kömürlerle dolu.

İki kardeş bu görüntüyü bekliyorlar. Yine ellerinde boş un çuvalları duvarın dibindeler...

Hademe hergün ortalama on sefer gidip geliyor, duvarın üstünden kömürleri el arabasıyla dökmek için. Çok uzun sürmüyor işi. El arabasını dikleyip duvardan aşağı dökerken rüzgardan küller bazen havaya doğru yükselip hademenin kirli olan üstünü başını iyice is içinde bırakıyor. O da bazen argoyla karışık bazen de aleni basıyor küfürü ardı ardına. Ama bu akşam kadın gelecek. Hademenin keyfine diyecek, yok. İki kardeşte biliyor bunu. Büyüğü tam anlamıyla biliyor, kadın geldiğinde adamla arasında olacak şeyi. Küçüğü ise bir alışveriş olduğunu anladı, sadece. 

Kül ve kömür beş metreden aşağı düşerken birbirinden büyük oranda ayrılıyor. Çocuklar için faydalı bir şey bu. Yoksa küllerin içinden birde bunları toplamak daha da zor iş olurdu. Külün havada savrulması... Daha şafak sökmeden denizin üstüne doğru... Gemilerin akıntıya göre her gün başka bir biçimde sıralanışı.... İki kardeş duvarın dibindeler.... Ve gidiyor hademe sonunda.... Kadın gelecek akşama. İkisi de biliyor bunu.

Hava soğuk... Ayaz var bugün.... Başlıyorlar kömürleri çift kat yaptıkları çuvalların içine doldurmaya. Bu arada ta demin durdukları kayanın dibinde bir çukurluk alan var. Hiç değilse beş altı çuval yan yana sığıyor. Oraya istifliyorlar. Sonra sağlam daha küçük poşetlere doldurup ta ki çuvallara doldurdukları kömürleri evlerinin arkasındaki kömürlüğe götürene kadar bu işleri sürüyor. 

Neredeyse istisnasız her gün iki kardeş buradalar. Daha şafak sökmeden bu duvarın dibinde. Denizin kaç halini gördüler yıldızlı, yıldızsız, yakamozlu, meltemli, lodoslu... Ve küçüğü kaç kere babasını sorup durdu, büyüğüne.

Eve varıyorlar. Anne bugün işe gitmemiş. İş dediğimiz ev temizliği. Mahalledeki kadınların büyük çoğunluğu ev temizliğine gidiyor. Gecekondu mahallerinin ötesinde apartmanlar dikilmiş. Teneke mahallesine halen su gelmemiş. Elektrik bazen haftada üç dört kere kesiliyor. Gündelikçi kadınların hele de kocasız olanların hayatı daha da zor. Yaşlı babası, yani çocukların dedesi pazarlara çıkıyor. Orada limon satıyor. Pazarcılara yardım ediyor. Ne verirlerse alıp geliyor. Bazen de akşam pazar dağılırken anne ve dede beraber pazara gidip poşetlere dolduruyor, etrafa saçılan, pazarcıların garibanlar için tezgahların altına üstüne bıraktıkları şeyleri. Ancak mahalleye girmeleri çok geç saatlerde oluyor. Çünkü kolu komşudan utanıp sıkıyor anne ve dede. Komşuların dörtte biri pazarlara böyle gidiyor. Birbirlerinin hallerini bilmelerine rağmen böylesi şeylerden hiç bahsetmiyorlar, birbirlerine. 

Fakir insanlar, çocuklarının gururunu kendi şahsiyetlerinden üstün tutarlar. Onların bir sözle yaralanacaklarını düşünürler. Halbuki bu çocuklar her gün yara üstüne yara alarak devam etmektedirler, yaşamlarına. 

Bakkal veresiyeyi keseli on günden fazla oldu. Anne bugün işe çıkmamış. Pazardan da pek bir şey yok. Bir bütün lahana... Anne bundan kapuska çorbası yapacak... Onun dışında pek bir şey kalmamış. Anneyle dede yüzlerine bakıp duruyorlar. Kadın kapuska yapmak için mutfağa giriyor. Dede yanına gidiyor. Ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

  Baba bakkala gidip biraz helva alsan.

  Veresiye verir mi, hesap çakılı?!

  Bir kalıp helva sadece baba.

  Peki, diyor dede ve bakkala gitmek için evden çıkıyor. 

Eve döndüğünde elinde bir kalıp helva var. Anne yüzüne bakıyor, dedenin. Nasıl verdi, diye soruyor. Dede suskun. Anne ısrar ediyor. Dede, "Sigara paramı verip aldım." diyor. Yoksa bakkalcı veresiye artık vermeyeceğini söylüyor. 

Akşam kapuska çorbası, sabah helvanın yanına annenin komşulardan borç aldığı üç patatesin kızartılması ile yapılan kahvaltıyla güne başlıyorlar. Anne gündeliğe gidiyor. dede semt pazarlarına. Çocuklar kömüre... Baba nerede kimse anne dahil kimse bilmiyor. 

Hademe türkü söylüyor bu sabah. Belli ki kadın gelmiş. 

Bugün rüzgar yok. Hava mis gibi iyotlu deniz kokuyor. 

Kömür külle karışık direkt iniyor duvarın dibine.

Ve küçüğü soruyor abisine:

  Babam seneye gelecekmiş, diyor annem.

Büyüğü usanmış gerçeği söylemekten artık sadece "Evet" diyor küçüğüne....

23 Aralık 2024 Pazartesi

Rohe'nin de dediği gibi: "Az çoktur."

İznik Gölü ve Sualtı Bazilikası M.S. 4-5 yy.

Eski çağlarda Askania olarak adlandırılan günümüzde Bursa ili İznik ilçesinde bulunan İznik Gölü'nde 2014 yılında bir sualtı bazilikasının bulunduğu haberiyle gündeme geldi. Bazilika, kıyıdan 50 metre açıkta, ortalama 2-3 metre derinlikteki bir suyun altında bulunmaktadır. Yapı yaklaşık 41 metre uzunluğunda, 18,5 metre genişliğindedir. Bazilika içerisinden çıkarılan sikkelere göre M.S. 4-5. yy.'larda inşa edildiği düşünülmektedir. Bu kilise planlı bazilikanın gün yüzüne çıkması üzerine arkeoloji uzmanları başta olmak üzere diğer bilim insanları "Aziz Neophytos'un anısına inşa edilen kayıp kilisenin burası olabilir mi?, Hristiyanlığın dört büyük mezhebinin de tanıdığı I. Konsil M.S. 325 yılında İznik'ten toplanılan ve Vatikan'dan Cappella Sistina'da yer alan freskteki Senatus Sarayı'nın yeri olma ihtimali nedir?, ayrıca Roma İmparatoru Commodus'un, mimar Baktyanus'a inşa ettirdiği Apollon Tapınağı bu bazilikal planlı yapının altında olabilir mi?" sorularına yanıtlar aramaktadırlar. İznik Gölü ve Sualtı Bazilikası ile ilgili çalışmalar halen İznik Arkeoloji Müzesi Başkanlığı'nca yürütülmektedir.

Gezgin James Dallaway 1794 yılında İznik'e uğramış ve gölün dibindeki kalıntıların görülebildiğini söylemiştir. —Yıldırım, F., 14. Yüzyıldan Cumhuriyet Dönemi'ne kadar Yabancı Seyyahların Gözünden Bursa İlindeki Mimari Eserler (Bursa 2013)


Bazilika, Erken Hristiyan döneminin en bilindik kilise yapılarıdır. Anadolu Bazilikası ise; sıralı sütunların boylamasına neflere bölünmüş dikdörtgen yapıların bir planda bir araya gelmesini içermektedir. Genel anlamda orta nefin yanında, iki revak sırasıyla ayrılmış yan nefler yer almaktadır. (Bu tip bazilikalara üç nefli bazilika da denmektedir.)

Nef, narteks, apsis gibi bazilikanın mimari öge unsurlarını anlamlarını da açıklayarak görsellerle açıklayarak Erken Hristiyan dönemine ait dini mabetlerin -daha doğrusu ilk kilise tiplemeleri olan bazilikaları mimarisini tanıyalım.

Nef, bir bazilika kilisesinin merkez koridoru veya bir kilisenin arka duvarı ile kesişme noktasının
en uzaknoktası arasında yer alan ana gövdesi ve koridordaki transept denilen çapraz neftir.

Transept karesikilise mimarisinde binanın merkezinde bir transept 
ile ana 
nefin birleştiği yerde bulunan dört köşeli bölge.

Narteks, Erken Hristiyan ve Bizans Bazilika ve kiliselerinde,
kilisenin ana mekanına açılan giriş bölümüne verilen addır.

Apsis, Hristiyanlıkta dini mabetlerin sunak odasını kapsayan, çoğunlukla yarım daire 
ve -ya da çokgen, bazen de nadiren dikdörtgen olan mimari öge unsurudur.

Nef diye tabir edilen uzun koridorlar bütünü diyebileceğimiz bu kısımlara, ruhban sınıfından olmayan Hristiyanlar (laikat) tarafından erişilebilen bir kilise bölgesidir. Narteksle, nefler sütunlar veyahut duvarlar vasıtasıyla ayrılır. Ayasofya iki narteksli bazilikalara bir örnektir. Giriş kısmına dış narteks, oradan kapı ile girilen ikinci kısma ise iç narteks denir. Yine bazilikaların iç mimari unsuru olan apsislerde, yan şapellerden veya apsislerden açılan küçük apsislere, mimari açıdan apsidiyol denir.

Bazilikalar mimari tipleri açısından genel olarak dörde ayrılır:

Merkez Plan Tipli Bazilikalar: Kare şekline sahip ana planı çokgen yapılı bazilikalardır. Orta bölüm yuvarlak olup, yapının tamamını örten bir kubbesi vardır. İstanbul'daki Küçük Ayasofya Camii ve St. John Studios Kilisesi (M.S. 463) buna bir örnektir.

Kubbeli Bazilikalar: Orta nefin üzeri kubbesi ile kapalı olan bazilikalardır. İstanbul'daki Ayasofya (Hagia Sophia) ve Aya İrini Kililesi kubbeli bazilikalardır.


Haç Planlı Bazilikalar: Orta nef, dört ayaklı ne ile örtülüdür. Kariye Camii (Khora Manastırı), Atik Mustafa Paşa Camii (Hagia Thekla Manastırı) ve Parhal Kilisesi (Parhali Manastırı M.S. 9-10 yy.)

Düzme Bazilikalar: Orta nefin doğrudan ışıklandırma penceresi olmayan bazilikalardır.

Hristiyan inancında bazilikalar, bilhassa litürji (dua usulü) inananların daha katılımcı olmalarını sağlamak adına açık yapılı erken dönem kilise tasarımı olan dini mabetlere iyi birer örnektir. Anadolu Bazilika Geleneği'nde ise; Alahan Manastırı'ndaki Doğu Kilisesi üç neflidir. Gotik unsurların öne çıktığı, yaklaşık 8 metrelik dikdörtgen kuleler üzerinde orta nef yükselmektedir. Bu dini mabetlerin göze çarpan özelliklerinden biri de duvarlarında çeşitli dini motifler başta olmak üzere hayvan ve dönemin baskın taş mimari süslemeleridir.

Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor." 
diye anlattığı Alahan Manastırı

İran-Suriye-Kafkasya bölgelerinde Erken Hristiyan dönemlerinin izlerini taşıyan bazilikalar coğrafyadaki güç dengelerinin değişmesiyle el değiştirerek han, kervansaray ve camii olmak üzere başka tahsis alanlarında dönemin şartları altında dini ihtiyaçlar başka olmak üzere kullanılmışlardır. Başlarda egemenlerin yargılama ve din dışı diğer faaliyet alanları olan (ekonomik ve devletin kurumsal olarak yerine getirmesi gereken işlerin görüldüğü) bir yer olan bazilikalar bir noktada üzerilerine tapınaklar inşa edilmek, kilise ve manastıra çevrilmek suretiyle dini açıdan asıl amaçlarına uygun biçimde mimarisine tekrar kavuşmuştur. Aradan geçen yüzyıllar içerisinde dini inançların mimari de nasıl bir bakış açısı yarattığı ve insanın anlam arayışının kültürel birikime nasıl katkı sunduğunu da böylece görmüş oluyoruz.

Ayrıca başta Anadolu Selçuklu geleneğine ait mimari olmak üzere Osmanlı mimari ve kültürüne derinden ve olumlu etki-katkıları bulunmaktadır. Roma ve Bizans dönemlerinden kalmış bu eşsiz eserlerin başta camii olmak üzere han ve kervansaraylara dönüştürülerek kendi kültür ve mimarimize de ışık tutarak genel felsefemize büyük katkılar sunmuş olduğunu yadsıyamayız. 

Yalın ve sadelikten yana bir mimari olan bazilikalar için en kısa ve anlamlı sözün Mimar Mies van der Rohe'nin sözü olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu sözü bazilikalar için söylememiş ise de; ben bu sözünün bazilikalara uygun düştüğü kanaatindeyim. Rohe'nin de dediği gibi: — "Az çoktur."

19 Kasım 2024 Salı

The Peasants: Köylüler

"Köylüler" filminin afişi (2023 yapımı)

Nobel ödüllü, Polonyalı yazar Władysław Reymont'ın (orijinal adıyla Chłopi) eserinin (The Peasants) adıyla 2023 yılında filmleştirilen romanda ataerkil toplumun bağnaz yanlarına büyük eleştiriler getiriyor.

Chłopi (Köylüler) İlk Baskısı
Yaklaşık bir asırdan daha fazla bir zaman önce ele alınmış bu eseri Reymont iklimlerle ilintileyerek dört bölüme ayırmış. Sırasıyla:

— Sonbahar (1904)

— Kış (1904)
— İlkbahar (1906)
— Yaz (1909) tarihlerinde yayımlandı.

Film, 100'den fazla sanatçı tarafından tuvale aktarıldı ve ardından (rotoskop tekniğiyle) kameraya alındı. Toplamda 40.000 kareden ve her saniyesi 6 resimden oluşturulmuş. Boyama işi için yaklaşık 1350 litre/300 galon boya kullanılmış.

Reymont, romanında kısaca; 19 yaşındaki genç bir kızın, zengin bir toprak sahibiyle olan evliliğini anlatmaktadır. Polonya'nın bir köyünde geçen bu hikayede "Jagna" isimli bu genç kızın evlilik sırasında ve sonrasında köyde yaşadığı toplumsal gerçekliğin bireyin dünyasında sebebiyet verdiklerine de vurgu yaparak konular işlenmiş. (Açıkçası; halen günümüzde buna benzer şeyleri Çağın Dünyası'nda devam ettiği düşünüldüğünde aradan geçen bir asırdan fazla zamanınnyine de pek bir şeyleri değiştirmediğini görüyoruz.) Tragedya misali; dimağımızla yaşamın içindeki anlaşılması bazı güç durum ve olaylara bakarken neleri irdelememiz gerektiğini usumuza ustalıkla aktarıyor. İnsan dediğimiz mahlukat bir yanda böylesi tiyatral eserler meydana getirebilirken diğer yanda bu derece nasıl da küçülebiliyor. İnsanı, insana anlatan çok yönlü bir eser. Nedense filmde son sahne bende bir "Esaretin Bedeli" havası çağrışımı yaptı.

Hamsun'un "Toprak Yeşerince" adlı eserini bu noktada bir atıfta bulunmakta fayda olacağını düşünüyorum. Kitabın ana karakteri Isak, toprakta geçirdiği yılların ardından kırsalda kendine bir yaşam kurar. Ve yıllar sonra Ingerd isimli bir kadınla evlenir. Evliliklerinde ilk iki çocuğun erkek olmasının ardından üçüncü çocukları kız olması üzerine Ingerd bebeği boğarak öldürür. Isak buna bir anlam veremez. Sonrasında Ingerd'ın tavşan dudak olması ve doğan bebeğinde bu kusurla dünyaya gelmesinin travması sonrasında cinayeti işlediği anlaşılır. Dördüncü çocuğuna hamileyken cezaevine giren Ingerd orada bir kız çocuğu dünyaya getirir. Ingerd'in evine döndükten ve seneler sonra eşi Isak'a seslendiği bir kısımda şöyle der: "...Bir gün, öldürdüğü çocuktan laf açtı. Ne delilik etmişim! diyordu. Onun ağzını da kestirip yeniden diktirirdik. Bunu bilsem, boğmazdım." s.164 — (Knut Hamsun, Toprak Yeşerince, Akvaryum Yayınevi, 2005 - İstanbul) Burada Ingerd'in bahsettiği şey cezaevinde iken tavşan dudağını diktirmesiyle bu kusurdan kurtulmasından bahsetmektedir. Bunu bilmediği için çocukluktan bu yana gelen karşı cins tarafından beğenilmemenin yarattığı travmanın bir anlık cinnetiyle bebeğinin de tavşan dudaklı oluşu nedeniyle onu öldürmesini -bu kusura bağlamaktadır. Ingerd, ameliyat yoluyla doğuştan gelen bu kusurun düzeleceğini bilmediğini -böyle bir cehalet içinde olmamış olsa bu vahşi eylemi çocuğuna karşı gerçekleştirmeyeceğine vurgular.

Güneş Ülkesi'ni kurmak isterken başka bir kaosa sebebiyet veren Spartaküs'ün yaşamını anlatan Arthur Koestler'in, bende var ettiği fikir "Cinsiyetsiz Bir Toplumun Aidiyeti Üzerine" bir düşünce idi. Toplum daha doğrusu insan varlığını sürdürmek için -diğer canlılar gibi üremeye muhtaçtır. Ancak tabiatta hermafroditlik üreme özelliğine sahip canlılarda (solucanların çoğunda,deniz salyangozlarında,sümüklü böceklerde,süngerlerde ve salyangoz gibi omurgasız hayvanlarda) bu özellikler mevcuttur. Tabiatın içinde bu denge kurulurken birbirine bu yönde muhtaçlık duymayan çift cinsiyetli bitki ve hayvanların aralarındaki iletişim biçimi nasıldır? Doğa burada böylesi bir dengeye neden var etme ihtiyaç duymuştur? Kadının yaşadığı başta duygusal ve sonrasında fiziksel şiddetin altında ataerkil toplumun kalıntısı dışında başka hangi sebepler yatmaktadır? Bu ve bunun gibi birçok soruyu aklımdan geçirirken, inanç merkezli olmamak kaydıyla panteist bir yaklaşımla içinde yaşadığım dünyayı anlamaya çalışmakla başlamalıyız. 

Köylüler (The Peasants) filmi özünde Reymont'un anlatmaya çalıştığı şey olduğunu düşündüğüm insanın kendi güdülerine esir düşmemesini anlatmaktadır. Balzac'ın "Köylüler" eserini de bu bağlamda okumak gerekir. Çünkü; orada insanın başka yönleriyle nasıl bayağılaştığını çok açık söylemektedir. Ve cehaletimiz koyulaştıkça travmalardan cinnete, yıkımlardan ölüme, var etmekten yok edilişlere, iyilikten kötülüğe evrilen bir kaosun içine sürüklenmekteyiz. 

Hem özümüzü hatırlamak uğruna,
hem de —törpülenmesi gereken yönlerimizi görmek için,
Ve daha da önemlisi her gün biraz daha 
—kaybettiğimiz insan olmanın erdemi adına...
Böylesi eserleri izleyin, okuyun, düşünün, tavsiye edin.

İyi seyirler, iyi okumalar.