3 Mayıs 2025 Cumartesi

Marika Hanımla Bir Gün

1.
Bir öğleden sonrası...
Ara bir sokakta olan, içi bolca küf ve rutubetten nasibini almış sıradan büyük şehirlerimizin herhangi birinde, küçük, kalabalık ve sıkıcı mahallelerinde bulunan orta yaşı çoktan geçmiş sahaflardan birinin işlettiği bir kitapçıya girdim.
İçeride pek bir kimse yoktu. Sonra o geldi. Elimi uzattığım Tarkovski'nin "Mühürlenmiş Zaman" eserine o da elini uzattı. Kitabı raftan olduğu yerden dışarıya doğru çıkarmaya çalışıyordum. O anda birbirimizin ellerini takip etmek suretiyle bakışlarımız yüzlerimize odaklandı. Raftan aldığım kitabı bir şey demeden ellerine doğru uzattım. Kitaba bir müddet baktıktan sonra:
— Evimdeki kitaplığımda daha yeni bir baskısı bulunmakta. Bu baskıyı ve kapağını ilk kez görüyorum, dedi.
— Doğrudur, dedim.
Kitabı bana uzatırken göz göze geldik. Düşünmeme ve konuşmama pek fırsat vermeden:
— Hangi filmlerini izlediniz?
Yönetmenin sadece iki filmini izlemiş ve onlardan da pek bir şey anlamamıştım. Aslına bakarsanız kafa karışıklığımı gidermek için bu kitabı arıyordum. Filmlere bir nevi garip kalınca yakın arkadaşım çözüm olarak bu kitabı önermişti.
— Yalnız iki filmini izledim.
— Hangilerini?
— Ayna ve Nostalji.
— Hangisini daha çok beğendiniz?
— Nostalji'yi.
— Neden peki?
— Bilmiyorum. Pek bir özel nedeni yok. Beğendim, sadece.
"Anladım" deyip ardından sigara içip içmediğimi sordu.
Sahaf ana caddenin kenarında, şu belediyelerin ağaçların bütün dallarını kesip sadece büyük gövdeli dallarını bıraktığı bir ara sokaktaydı. Yüksek binaların duvarları arasında gün ışığına hasret bir yerdeydik. Nasıl desem şu eski cezaevlerini bilir misin, ha işte oradaki uzun ama dar volta yürüyüşlerinin yapıldığı yerleri anımsatıyordu, insana.
Sigarasını yaktı. Paketinden bir tanesini de dışarıya doğru yarı oranında çıkartarak bana uzattı. Aslında paketim cebimdeydi. Başka marka sigaraları pek mecbur kalmadıkça almayı ve içmeyi sevmiyordum. Genelde beni öksürtüyordu. Nezaketen geri çevirmem gerektiğini kısa bir anlığına hatırıma getirdikten sonra sigaraya uzandım. Dudaklarıma götürüp yakıverdim. Duman aramızda dağılıyordu, karşılıklı. Hafif bulutsu bu dumanın arasından:
— Adınız neydi acaba?
Soruyu sorarken bir yandan da elini uzatmış sorusuna daha ben cevap veremeden:
— Ben Marika, deyivermişti.
Göçmen olduğunu, ailesinin mübadele zamanında geldiğini, kimlikte yazan isim yerine babaannesinin ona çocukken seslendiği bu ismi kullanmayı tercih ettiğinden bahsetti.
Susmuş öylece çocuk gibi dinliyordum. Bir dala tünemiş baykuşun rahatlığı vardı o anda üzerimde. Sözlerine devamla:
— Adını sordum. Sonra da hiç susmadım. Sense doğru düzgün kendini ifade edemedin. Fırsat vermedim. Kusuruma bakma sakın benim.
Ve susup adamı öğrenmek için ağzımdan çıkacak o kelimeye kulağını kabartmış bekliyordu. Sigaralarımızı içmeye devam ediyorduk.
"Refik" benim adım, dedim.
— Refik Halit Karay romanlarını okumayı çok severim. Memleket Hikayeleri, diğer öykü ve romanlarını....
O sırada yanımızdan çay tepsisiyle yüzü ergenlik sivilceleri ile dolu çaycı bir çocuk geçiyordu. Çocuğa elimle dur işareti yapıp, Marika'ya:
— Çay içer misin veyahut başka bir meşrubat?
Başını "olur" anlamında salladı. Ve ekledi: "Açık olsun ama benim çayım," dedi.
Çaycı çocuğa "Bize iki çay, biri açık," dedim.
Çocuk elindeki tepsiyi sallaya salaya giderken o anda Marika'nın yüzüne bakarken şunları düşünüyordum.
İnsanın tanımadığı veyahut daha yeni tanıştığı bir kimseye çok rahat bir biçime konuşmasının asıl sebebi neydi? Belki de bir daha o kişiye denk gelmeme ihtimalinin o oransal yüksekliğine güveniyorduk.

Marika ile duvar dibindeki iskemlelere ve küçük masaya oturmuş, konuşuyorduk. Çaylar daha gelmemişti. İki yabancı bir kitapçıda nasılda bir araya gelmiştik. Konu bunun üzerine sürerken bir anda:
— Evli misin, diye sordu.
Heyecandan çayı ağzımdan püskürttüm. "Hayır," dedim.
Eskiden de bu buluşma, görüşme vesaire işlerinde mutlaka saçma sapan bir harekette bulunurdum. İstemsiz oluyordu bu gibi şeyler. İstemeden bir anda oluveriyordu işte. Durumu kurtarmak ve diyaloğu sürdürmek adına:
"Peki ya siz?" diye sordum.
Neşesiz bir hali vardı.
— Yeni boşandım, iki ay kadar oluyor. Velayeti bende olan bir oğlum var. Sekiz yaşında.
Zoraki konuşuyordu. Belli ki aynı şeyi başkaları defalarca kez sormuş ve o da aynı şeyi defalarca kez söylemişti. Nerede okuduysam ya da aklımda nasıl kalmışsa:
— Çocuklarda duygusal erginlik sekiz yaşında oluşmaya başlar. Gerçi benim çocuğum yok. Muhtemelen hiçte olmayacak.
Söylediğim şeyin doğru olup olmadığı hakkında net bir bilgim olmadan konuşuyordum. Son söylediğim şeyleri ise konuyla alakalı olmasına rağmen neden söylediğimi kendime sorup duruyordum. İç sesimle konuşmamı bölerek:
— Neden evlenmeyi hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa evlenip çocuk yapmak yerine kedi, köpek, hayvan besleyen şu tiplerden misiniz, sizde?
"Hayır" öyle bir şey değil deyip kafamı önüme eğdim. "Keşke böyle bir şeyin olma ihtimali olsa, bende ölene kadar Tanrıya bunun için şükran duaları etsem," dedim.
Sustum, uzun süre. Sanırım benim uzun süre susmam, onun bu çocuk mevzusu üzerine ısrarlı soruları, anlamak için sürekli kurcalaması beni sinirlendirmeye başlamıştı. Ve dayanamayıp:
— Kısırım.
Derin bir nefes alıp ekledim: "Daha doğrusu sperm sayım çocuk yapmak için yeterli değil. Hiç yok gibi bir şey."
Masaya elindeki çay bardağını bırakıp, çantasını aldı:
— Özür dilerim, deyip masadan kalktı ve hızlıca yürümeye başladı.
Arkasından seslenmek için tek bir cümle edebildim.
— Bir daha gelir misin, buraya?
— Evet yine gelirim, dedi ve çekip gitti.
Kendimi hava limanında unutulmuş veyahut kaybedilmiş bir valiz gibi hissettim, o giderken.


2.
Derviş Ali'nin evi bir gecekondu mahallesindeydi. Minibüs gecekondu mahallesinin altındaki son durakta beni bıraktığında tepeye çıkan yokuşun dibindeydim. Bir müddet yokuş yukarı yürüdükten sonra hamladığımı hissederek nefes alış verişimi düzenlemek için durdum. Sürekli Marika'yı düşünüyordum. Kısır olduğumu söyledikten sonra bir anda gitmişti. İçimden kısır bir adamı kadın ne yapsın. Konuşşak, görüşsek, iş ciddileşse evlensek çocuk sahibi olmamız için güç. Sonra onun çocuğu olduğu aklıma geldi. Çocuklarla yetişkinlere nazaran daha iyi anlaşırdım. Ruhumun çocuk yanını onlar görebiliyorlardı. Başka ihtimalleri kafam almıyor. Marika'nın güzelliği benim unutmaya çalıştığım kısırlığımı zihnimde sürekli hatırlatıp duruyordu. Canım sıkıldı. Paketten bir sigara daha çıkarıp yaktım. Dumanı savurdum.


Saçma da olsa zihnimi oyalaması için minibüs neden mahallenin içine kadar girmiyor, diye düşünüp duruyordum. Ağır adımlarla Derviş Ali'nin evine doğru yokuşu tırmanmaya başladım. Yanımdan Derviş Ali'nin komşusu Naci abi geçti. Selamlaştık. Adamın beş çocuğu var ve büyük oğlu üniversite de okuyor. Adam sabah akşam çalışıp duruyordu.


Naciye abla daha ben kapıya varmadan:
— Kahveye gitti, Derviş Ali. Refik yanıma gelsin dedi.
Eskiden daha bu yeni usul ucube telefonlar icat olmadan önce üstü dantelli ne güzel çevirmeli telefonlarımız vardı. Oradan konu komşu ile usturuplu biçimde görüşürdük. Bunları düşünüp dururken o mahalle ablalarına has sesiyle Naciye abla:
— Ne donup kaldın öyle.
— Gelmeden ankesörlüden aradım sizin evi abla. Telefon düşmedi, sanırım.
Hemen cevap verdi:
— Telekomcular geldi mahalleye, alt yapıyı yeniliyorlarmış..
"Tamam, abla" deyip kahveye yollandım. Yol boyu sahaftaki Marika'yı düşünüp durdum. Üzerine giydiği o bütün siyah roplu kadife elbise, omzuna taktığı küçük, ucuz ama iş gören çantayı ve bileklerin etli halini hatırıma getirdim. Nerede oturuyordu. Gerçek adı ne, bunları bilmiyordum. Bazen çok aptal daha doğrusu ahmak oluyorum. Lüzumsuz bir çok şeyi sorarım da asıl soracağım şey bir türlü aklıma gelmez.


Akranlarım çoktan iş güç sahibi olup, çoluk çocuk sahibi oldular. Ben hala ufak işlerde ömür törpüleyip duruyordum. Yokuşun sonunda minibüs duraklarının sonunda kahvelerin olduğu yere geldim. Bazı masalarda oyunun heyecanıyla küfür gırla gidiyor.
Derviş Ali her zaman ki yerinde pazarcı arkadaşlarıyla kağıt oynuyor. Kafasını kaldırıp beni gördüğü anlamında el ediyor. Yanına çöktüm. Semt pazarlarında balık işi yapıyor. İyi de kazanıyor.
— Nasılsın, Refikcim. Uğradın mı bizim eve?
— Evet, abi. Naciye abla kahvede olduğunu söyledi. Aradım sizin evi. Telefonlar arızalıymış.
Ağzında sigara Derviş Ali bir yandan oyun oynuyor, diğer yandan kafasını "Evet, evet" anlamında sallayıp duruyor.
— Pazarda iş var, Refik. Yanında çalışır mısın?
— Olur, abi.
— Yevmiye usulü. Aylık bana uymaz. Günlük ya da haftalık.
— Haftalık olsun, Derviş abi.
— Kira paranı ben haftalığından düşerim. Ayın sonunda toplu veririm. Bizim Ayhan'a söyledim senin ev işini. Onun alt katında kalacaksın.
— Teşekkür ederim, abi.
— Paranın da değerini bil, Refik. Kömürlükte bir yatak var, sağlam. Üstüne bir döşek, yorganda ayarlarız. Zaten önümüz yaz. Ufak bir masa sandalye. Yemek işini sabah, öğle yanımızda halledersin. Bazen akşamları bize uğrarsın. Bazen de balık, et, sebze türü halledersin.
— Elimden çok şükür gelir, yemek yapmak. Sen onları dert etme abi.
— Paranın değerin bil dediğim gibi. Gerçi çok bir şey değil ama.
— Bende para pek durmaz. Malum eş dost ister. Dayanamaz veririm. Varsa var derim. Yoksa da bulup buluşturur yine veririm.
Masadakilerden biri:
— Böyle arkadaş kaldı mı bu devirde? diyor.
Hep beraber gülüşüyoruz. Masadakilerle tanıştırıyor, beni. Hepsi pazarcı tayfasından. Onlarda da var geçim sıkıntısı. Eş, çoçuk, bazılarının memleketten gelen ana babaları da var başlarında.
Derviş Abi:
— Bu Cengo. Adı Cengiz. Biz aramızda Cengo, diyoruz. Para verme geri alamazsın. Bu Hüseyin. İçimizde en iyisi budur. Bu da "Bülbül".
Şaşırıyorum, soruyorum hemen:
— Sesimi mi güzel? Ondan mı bülbül, diyorsunuz.
Hepsi basıyor kahkahayı "Bülbül" hariç:
Cengo cevap veriyor:
— Yok yahu bunun bülbüllüğü bülbül bulamamasından. Sürekli şakıyıp duruyor ancak bir bülbülü hala yok. Bülbülsüz bülbül bu.
Bülbül:
— Sen bakma bu salatalıklara. Kıskanıyorlar beni. İçlerinde tek bekar benim.
— Abi eyvallah. Bende bekarım. Arkadaş oluruz..
— Oluruz. Memnun oldum.
Derviş Ali abiye dönüp soruyorum:
— Ne zaman başlayayım?
— Bir manin yoksa yarın. Uygun mudur?
— Uygundur. Tamam yarın görüşürüz. Ben çıktım. Şeytanınız bol olsun.
Yürüyorum, sokaklarda. Pazarda balık işinin dışında sürekli sahafa gidip geleceğim. Marika Hanım muhakkak geleceği minvalinde sözler etti. Günler geçiyor. Marika, sahafa uğramıyor. Sonunda utana sıkıla sahafa:
— Hani iki ay önce ben geldiğimde bir hanım gelmişti. Adı Marika. Onu ne zaman gelir biliyor musun?
— Anlamadım, diyor sahaf.
Tekrar soruyorum:
— Marika Hanımı tanıyor musunuz?
— Hayır. Marika adında birini tanımıyorum.
Sahafın aynı şeyi sormamdan sıkıldığını kafasını masasının önündeki kitaplara eğmesinden anlıyorum. Ancak sormaya devam ediyorum:
— Küçük siyah bir çantası var. Hafif topluca, orta yaşlarda bir bayan.
Sonunda dayanamayan sahaf:
— Kardeşim, git işine ya. Buraya öyle bir sürü insan gidip geliyor. Ben her gelen müşteriyle konuşup tanış mı oluyorum, zannediyorsun. Dediğin kişiyi tanımıyorum. Hem tanısam da sana neden diyeyim?
— Haklısınız, diyorum. Adamın sinirini hafifletmek için.
Bu seferde sahaf durmuyor yerinde:
— Siz neden soruyorsunuz, neydi ismi, Marika, Marika Hanımı?
Özel bir sebebi olmadığını açıklamaya çalışıyorum. Yok, adam anlamıyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. Beni anlamamak için resmen yemin etmiş.
Karşılıklı sinirli bir havaya bürünüyoruz. Adam:
— Çek git buradan, bir daha da gelme. Yoksa polis çağırırım.
İfrit olmuş şekilde bir şey demeden çıkıyorum. Bazı insanlar yaşamları içerisinde muhakkak kendini doğru şekilde ifade etmeye çalışırken bataklığa saplanan bir insan gibi daha da derine gittiği o anların içinde bulunmuştur. İşte ben o anlardan birini yaşıyordum.
Gidip adama kendimi bir daha ifade etmeyi düşündüm. Ancak adamın ciddi ciddi beni polise ihbar edeceği gerçeği karşısında çaresiz kaldım. Güzel güzel açıklasa anlaşsak bende sahafa gelip gidip Marika Hanımı bekleseydim.
Sahafa artık gidemezdim. Sahafın o dar koridorunun karşısında küçük bir çay ocağı vardı. Pazara gittiğim günlerin dışında ve akşam saatlerinde sürekli çay ocağına gelip gitmeye başladım. Elimde bir kitap, her akşam en az on bardak, tatil günlerinde sabahtan akşama en az yirmi ile otuz bardak arasında çay içerek Marika Hanımı beklemeye başladım.
Aradan altı ay geçmişti. Koskoca yazı Marika'yı bir kere daha görme umuduyla heba etmiştim. İşte ne yaparsınız insan anasız, babasız, eşsiz, çoluksuz çocuksuz olunca böyle olur.
Ve bir Ekim günü tesadüfen yerel gazetelerdeki bir haber insanların diline düştü. 
Sekiz yaşındaki bir çocuğuyla göçmen bir kadının Yalova vapurundan kendini Marmara Denizine attığını, kadınla çocuğun kurtarılamadığını yazıyordu. 

3.
Balık tezgahında Derviş Ali bağırıyordu:
—  Derya kuzuları bunlar, öyle bir derya ki bu, bir yiyen bir de yemeyen pişman. Abla vereyim çupra. Şöyle abimle akşama afiyetle yiyin.
Kadın giderken cevaben "Sağol kalsın," anlamında elini baş hizasından aşağıya indirdi.
Tezgahın arkasına geçmiş orada derin düşüncelere dalmıştım. Derviş Ali dayanamayıp:
—  Kaç gündür sende bir hal var. Ne oldu anlat?
—  Anlatsam da bir faydası olmaz. Abi müsaade varsa işi bırakmak istiyorum. 
Derviş Ali insanları zorlamayı sevmezdi. Peki, dedi. Hesabımızı kesti, paramızı verdi. Vedalaştık.
Marika Hanım ile bir sefer görüşmüş, oğlunu ise hiç görememiştim. Ailesi olmayan ben bu acı ölüme sessiz kalamamıştım. Marika Hanımın olmadığı bir şehirde duramazdım. Bazen hiç tanımadığımız bir insanın yokluğu, senelerdir tanıdığımız ve güvendiğimiz insanların varlığından daha büyük bir biçimde bizleri sarsar. Şehirden ayrılan ilk trene bilet aldım ve ayrılırken, bu anın bütün yaşamımı ne denli derinden sarstığını sonradan anladım.