17 Şubat 2025 Pazartesi

Koridor

Hastane koridorlarını oldum olası hiç sevmemişimdir. İçinde ölümün o soğuk yüzünü hatırlatan gri bir şeylerin karaya çalan yanını nedense o duvarlarda hep görmüşümdür. Aile, aidiyet duygusu böylesi şeyler nedense hep bana uzak olmuştu. Yetimhane de büyümemden midir yoksa ruhumun direklerini tutan görünmez iskeletinin haleti ruhiyesi böyle midir, hiç bilmiyorum. Ve insan kendisine uzak dahi olsa bir yakınını kaybettiğinde bir parçasını uçurumdan boşluğa savurmuş gibi hisseder. Zaten çok az sayıda yakınım olduğu düşünüldüğünde içinde bulunduğum çaresizliğin koyuluğunu gayrı siz düşünün. Öldüğünden doktorun ve hemşirelerin habersiz olduğu, çift kişilik oda da tek başına yatmakta olan ölüye -yani babama yaklaştım. Yüzü pencereye dönüktü. Sahile hafiften bir yağmur çiseliyordu. Dışarıdan martıların sesleri geliyordu.

İstemsiz bir biçimde "Baba!..." ünlemi ağzımdan odaya dağıldı.

Öldüğünden habersiz bu sözü her adımda yatağa yaklaşırken gitgide yükselterek tekrarladım. Öldüğünü anladığımda bu sözcük iki parça halinde ağzımdan ölümü vurgulayan biçimde "Ba-ba..." biçiminde havada çınladı.

Ne kadar odanın içinde yığıldığım koltukta babamla camdan dışarı seyrettim, hatırlamıyorum. Ve kendimi toparlayarak benim dışında diğerlerinin de haberi olsun diye oda kapısını açtığımda onu fark ettim. Haliyle o da beni....

Siz kimsiniz, diye sordu.

O babamın ikinci eşinden olan tek kızı, bense ilk eşinden olan tek oğluydum. Aramızda on yaştan fazla fark vardı. Babam öldüğünde ben tam kırk yaşındaydım.

— Babam uyanmış mı, diye tekrar sordu tanışma faslı geçtikten sonra.

Yüzüne bakma cesaretini kendimde bulamadan, "O öldü" dedim. Sanki ölen bir başkasıydı. İçeride kafasını sahile dönük ölmüş olan babam değildi. Yabancının biriydi sanki. Biz birbirimize senelerdir el gibiydik. En son ben üniversiteden mezun olduğumda okul kapısında tartıştıktan sonra bir daha görmemiştim onu. Annemin ölümünden onu sorumlu tutuyordum.

— Nasıl ölmüş, diye tekrar sordu.

Tuhaf bir soru gibi geldi bu soru.

— Bir insan nasıl ölürse öyle ölmüş. Görmek istiyorsan odanın içinde...

O da son cümlenden rahatsız olmuş gibi bir hal takınarak "Ben ölüden korkarım. Sizinle beraber girebilir belki. Yardımcı olur musunuz bana?" dedi.

"Olur" anlamında kafamı salladım. Odanın kapısını açtım. Tekrar odaya girdik. Ağır bir havanın o ilk girişime nazaran odayı kapladığını hissetim. Bir ölü babanın başucunda iki ayrı eşinden olan birer çocuğu olarak oradaydık. Daha önceden bir vesileyle görüşmediğimiz gibi birbirimizden bi'habersiz yaşayıp gidiyorduk, yaşamın içinden.

Babamın yanındaki koltuğa oturup uzun uzun seyretti, onu. Sonra bana dönmeden olduğu yerden, "Biliyor musunuz benimde annem öldü."

Annemin daha önceden ölmüş olduğunu bir vesileyle öğrenmişti. Ancak anlaşılan benden haberi yoktu.

— Neredeydiniz, bunca zaman?

— Yurt dışındaydım.

— Hangi ülkede?

— Nepal'de.

— Niçin bulunuyordunuz, orada?

— Dağcıyım ben.

Uzun bir susuş girdi araya. Camdan dışarıyı seyre daldık. Yağmur şiddetini artırmıştı. Camlara şiddetli bir fırtınanın haberi yollayan rüzgar denizdeki tuzlu suyu yağmur suyuyla beraber hemen sahilde bulunan hastanenin camlarına taşıyordu. Ve bu derin sessizliği hemşirenin sesi böldü. "Hastamız nasıllar bugün?"

Gayri ihtiyari cevap verdim:

— Ölü.

Hemşire şaka yaptığımı zannederek:

— Çok şakacısınız.

"Gayet ciddiyim." dediği esnada o da babamın ölü olduğunu önce yüzünden sonra nabzını yoklayarak anladı. Doktora haber verildi. Diğer klasik hastane prosedürleri falan başladı. Babamın arkadaşlarına ulaşılması gerekiyordu. Lakin ben senelerdir görüşmediğim gibi babamla, onun arkadaşlarıyla da pek bir bağım hiç olmamıştı. İki yabancının tesadüf eseri rastlaşması sonrasında bile aralarında daha fazla birer bağ oluşma ihtimali varken, babamla benim aramızda üzerine mermer düşmüş bir çimenin perişan halde olduğu yerde sararmış, dağılmış bir ortak mazimiz vardı.

Sordu:

— Babamın arkadaşlarından hiç tanıdığınız var mı?

Cevap verdim:

— Hayır. Hiç kimseyi tanımıyorum, dedim.

Cümlemdeki o büyük yokluğu gidermek için "Babamın çok samimi olduğu tek bir dostu vardı. O da Neriman Hanımdı. Yıllardır huzur evinde birbirleriyle arkadaşlık ettiler. Neriman Hanım için huzur evinden izin alabilirsem onu da cenazeye getirmek istiyorum. Ayakları tutmuyor. Yardımcı olur musunuz, bana?"

Yine "Olur," anlamında başımı salladım. Kalktık, huzur evine gittik. Neriman Hanıma alıştıra alıştıra babamın öldüğü haberini verdik. O derece kanıksamıştı ki; dinledikten sonra ağzından tek bir cümle çıktı. "Önce ben gidecektim. O uğurlayacaktı beni. Olmadı..."

Bir ağacın altındaki aile kabristanındaki lahit mezara annesinin yanına defnettik, babamı. Vasiyeti böyleymiş. Bundan bile haberim yok. Ölmeden önce benden üvey kızkardeşime hiç bahsetmemiş. Bunları hep sonradan öğreniyorum. Anneme dair birçok şeyi ise; babam uzun uzun nakletmiş.

Defin işleri bitiyor. Neriman Hanımı huzurevine bırakıyoruz. Huzurevinin kapısının önüne çıktığımızda ayrılmazdan hemen önce aklıma geliyor:

— Adınız neydi?

— Ada.

O da bana soruyor:

— Peki sizin.

— Ata.

Gülüyoruz. Acı bir gülümseyiş bu...

Birbirimizle bir daha görüşmeyeceğimiz o kadar belli ki. Bir telefon alışverişi olmuyor aramızda.

Ve ikimiz iki ayrı yöne doğru yürüyerek oradan uzaklaşıyoruz.

2 Şubat 2025 Pazar

Bir Çuval Kömür, Bir Kalıp Helva

20. yüzyılın başlarında ABD'nin Pensilvanya
eyaletindeki bir kömür madeninde çalışan bir çocuk.

AP fotoğrafı.

Bu hikayede diğer ötekiler gibi başlamıştı. Ancak sıradan görünen ve basite alınmış gerçeklerin paralelinde bitti —aynı yaşamlarımızın birgün biteceği hakikatinin aşikar olması gibi...

İki kardeş gemilerin yapıldığı bir tersanenin yakınlarındaki otelin arka duvarında denizi seyretmektedirler. Küçüğü daha beş yaşına basmamış, ağabeyi ise ondan sadece üç yaş daha büyük. Sabah saatin daha altısı bile değil. Şafaksa daha sökmemiş. Birazdan otelin hademesi yanmamış kömürleri külle karışık olarak beş metrelik istinaf duvarından aşağı dökmeye başlayacak. İki kardeş bir kayanın arkasına saklanmış onun gelmesini bekliyorlar. Aylardan Aralık... Kış kendini iyice hissettirmeye başladı. Denizden esen rüzgar ikisini de hasta edecek yine.

Küçüğü, kaya ile ağabeyinin arkasına saklanmış... Rüzgardan bir parça da olsa kendini korumak için... Üstlerindeki elbiseler kim bilir kimin eskimiş kıyafetleri. Küçüğü soruyor yine:

  Babam seneye gelecekmiş, diyor annem.

Ağabeyi bu lafı kendini bildi bileli duyuyor annesinden. İyi bir kadın, o. Kocasının yokluklarını çocuklarına hissettirmemeye çalışıyor. Kendi babası, iki küçük çocuğu ve kendisi teneke mahallesinde iki göz odalı bir evde yaşamaya gayret ediyorlar. Büyüğü okula gidiyor. Küçüğü ise annesinin yanında sürekli. Annesinin etrafında yok ise mutlaka abisi ile beraberdir. Ağabey en sonunda dayanamayıp, bu söze kızarak karşılık veriyor:

  Öldü bence. Annem bizi kandırmak için öyle söylüyor.

Çocuk bunlar akıllarından geçen şeyleri direkt söylüyorlar birbirlerine. Yetişkin insanlardaki hesaplı konuşma yok onlarda. Onlar böyle konuşup dururken babalarından o sırada hademe görünüyor duvarın üstünde. Yanında başka bir adam var. İlk kez görüyorlar çocuklar bunları. Otelin istinaf duvarı yola yaklaşırken yüksekliği azalıyor. Çocuklar oraya yakın bir yerdeler. Yukarıdan konuşulan şeyleri duyuyorlar. Rüzgarın o yönden estiği de düşünülerse handiyse yanlarında konuşuyorlarmış kadar ayan beyan duyuyorlar. 

Hademe yanındaki adama, "Hani bana ayarlayacaktın. Yalan söyleyip oyalıyorsun beni." Yanındaki adam istediği şeyi alamamış olacak ki, "O sana bakmaz..." diye cevap veriyor. Hademe kızıyor bu söze. "Nedenmiş, bizim ki para değil mi oğlum? Millet bir mi veriyor ben iki misli veririm. İstiyorum onu. Bu akşam, bu akşam... Sana da bir iki yüzlük çalışır. Tamam mı?" Diğer sessiz düşünüyor. Sonunda, "Üç yüz... Üç yüz olursa tamam getiririm." Hademe uzatmıyor, "Tamam" diyor. El sıkışıp duvardan uzaklaşıyorlar. 

Küçük çocuk bir şey anlamadı. Büyüğü ise anladı. Teneke mahallesinde çocuklar erken yaşta neyin ne olduğunu kavrarlar. Küçüğü dayanamayıp soruyor. 

  Ne istedi hademeden? Ben anlamadım.

Büyüğü kardeşine hep açık konuştuğu için bu soruya da öyle cevaplıyor:

  Kadın.... Diğer adam avantasını aldı. Kadını akşama getirecek hademeye. Ama hademe çok çirkin... Neticede o da erkek işini görmek istiyor. Ben büyüyünce....diyor. Lafı yarım kalıyor.

O sırada hademe duvarın üstünde tekrar gözüküyor, el arabasıyla. El arabasının içi külle karışık yanmamış irili ufaklı kömürlerle dolu.

İki kardeş bu görüntüyü bekliyorlar. Yine ellerinde boş un çuvalları duvarın dibindeler...

Hademe hergün ortalama on sefer gidip geliyor, duvarın üstünden kömürleri el arabasıyla dökmek için. Çok uzun sürmüyor işi. El arabasını dikleyip duvardan aşağı dökerken rüzgardan küller bazen havaya doğru yükselip hademenin kirli olan üstünü başını iyice is içinde bırakıyor. O da bazen argoyla karışık bazen de aleni basıyor küfürü ardı ardına. Ama bu akşam kadın gelecek. Hademenin keyfine diyecek, yok. İki kardeşte biliyor bunu. Büyüğü tam anlamıyla biliyor, kadın geldiğinde adamla arasında olacak şeyi. Küçüğü ise bir alışveriş olduğunu anladı, sadece. 

Kül ve kömür beş metreden aşağı düşerken birbirinden büyük oranda ayrılıyor. Çocuklar için faydalı bir şey bu. Yoksa küllerin içinden birde bunları toplamak daha da zor iş olurdu. Külün havada savrulması... Daha şafak sökmeden denizin üstüne doğru... Gemilerin akıntıya göre her gün başka bir biçimde sıralanışı.... İki kardeş duvarın dibindeler.... Ve gidiyor hademe sonunda.... Kadın gelecek akşama. İkisi de biliyor bunu.

Hava soğuk... Ayaz var bugün.... Başlıyorlar kömürleri çift kat yaptıkları çuvalların içine doldurmaya. Bu arada ta demin durdukları kayanın dibinde bir çukurluk alan var. Hiç değilse beş altı çuval yan yana sığıyor. Oraya istifliyorlar. Sonra sağlam daha küçük poşetlere doldurup ta ki çuvallara doldurdukları kömürleri evlerinin arkasındaki kömürlüğe götürene kadar bu işleri sürüyor. 

Neredeyse istisnasız her gün iki kardeş buradalar. Daha şafak sökmeden bu duvarın dibinde. Denizin kaç halini gördüler yıldızlı, yıldızsız, yakamozlu, meltemli, lodoslu... Ve küçüğü kaç kere babasını sorup durdu, büyüğüne.

Eve varıyorlar. Anne bugün işe gitmemiş. İş dediğimiz ev temizliği. Mahalledeki kadınların büyük çoğunluğu ev temizliğine gidiyor. Gecekondu mahallerinin ötesinde apartmanlar dikilmiş. Teneke mahallesine halen su gelmemiş. Elektrik bazen haftada üç dört kere kesiliyor. Gündelikçi kadınların hele de kocasız olanların hayatı daha da zor. Yaşlı babası, yani çocukların dedesi pazarlara çıkıyor. Orada limon satıyor. Pazarcılara yardım ediyor. Ne verirlerse alıp geliyor. Bazen de akşam pazar dağılırken anne ve dede beraber pazara gidip poşetlere dolduruyor, etrafa saçılan, pazarcıların garibanlar için tezgahların altına üstüne bıraktıkları şeyleri. Ancak mahalleye girmeleri çok geç saatlerde oluyor. Çünkü kolu komşudan utanıp sıkıyor anne ve dede. Komşuların dörtte biri pazarlara böyle gidiyor. Birbirlerinin hallerini bilmelerine rağmen böylesi şeylerden hiç bahsetmiyorlar, birbirlerine. 

Fakir insanlar, çocuklarının gururunu kendi şahsiyetlerinden üstün tutarlar. Onların bir sözle yaralanacaklarını düşünürler. Halbuki bu çocuklar her gün yara üstüne yara alarak devam etmektedirler, yaşamlarına. 

Bakkal veresiyeyi keseli on günden fazla oldu. Anne bugün işe çıkmamış. Pazardan da pek bir şey yok. Bir bütün lahana... Anne bundan kapuska çorbası yapacak... Onun dışında pek bir şey kalmamış. Anneyle dede yüzlerine bakıp duruyorlar. Kadın kapuska yapmak için mutfağa giriyor. Dede yanına gidiyor. Ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

  Baba bakkala gidip biraz helva alsan.

  Veresiye verir mi, hesap çakılı?!

  Bir kalıp helva sadece baba.

  Peki, diyor dede ve bakkala gitmek için evden çıkıyor. 

Eve döndüğünde elinde bir kalıp helva var. Anne yüzüne bakıyor, dedenin. Nasıl verdi, diye soruyor. Dede suskun. Anne ısrar ediyor. Dede, "Sigara paramı verip aldım." diyor. Yoksa bakkalcı veresiye artık vermeyeceğini söylüyor. 

Akşam kapuska çorbası, sabah helvanın yanına annenin komşulardan borç aldığı üç patatesin kızartılması ile yapılan kahvaltıyla güne başlıyorlar. Anne gündeliğe gidiyor. dede semt pazarlarına. Çocuklar kömüre... Baba nerede kimse anne dahil kimse bilmiyor. 

Hademe türkü söylüyor bu sabah. Belli ki kadın gelmiş. 

Bugün rüzgar yok. Hava mis gibi iyotlu deniz kokuyor. 

Kömür külle karışık direkt iniyor duvarın dibine.

Ve küçüğü soruyor abisine:

  Babam seneye gelecekmiş, diyor annem.

Büyüğü usanmış gerçeği söylemekten artık sadece "Evet" diyor küçüğüne....