20 Eylül 2024 Cuma

Mutluluk

İnsan mutluluğun en büyüğüne,
ancak öteki insanlara iyilik yapmakla kavuşabilir.
 Marcus Tullius Cicero
Sene 2007,
Aylardan Nisan...

Üniversite bitmiş, iş hayatına da alışmış olduğumuz dönemler...
İki arkadaş  "Bir filme gidelim," dedik. İki sinemanın arka arkaya caddelerde sıralandığı bir yerde Zülfü Livaneli'nin aynı adlı eserinden uyarlanan "Mutluluk" filminin afişine denk geldik.

Filmden beklentimiz bir Anadolu gerçekliğiydi ve daha fazlasını anlattı bize. Önümüze bir ülke panoramasından kesitler açtı. Aile, ikili ilişkiler, gelenek, örf ve adetler, taassup sahibi sandığımız ancak ataerkil toplumun köklerinden arta kalan şeylerin bize nasıl zararlar verdiğini anlatan ve vicdan sahibi sandığımız insanların sessiz yığınlara dönüşürken az sayıda bazı kimselerin bir gemi mendireği gibi nasıl bir şeyleri ayakta tuttuğu, tutmaya çalıştığı çabasını parçalar içinden bir bütünlük ile gösterdi.

Metropol tabir edilen büyük kentlerde genelde sinemalarda dram filmleri beklenen ilgiyi görmez. Seyirciler pek itibar böylesi filmlere... Sinemaya girdiğimizde dimağımda kaldığı kadarıyla yakın bir arkadaşımla benim dışımda iki kişi daha vardı. Küçük ölçekte bir salonda toplamda dört kişi bu filmi izledik. 

Filmin son kısmında jenerik akarken yerimden kalktığımı hatırlıyorum. Nefes alma ihtiyacı hissettim. Bir ağırlık duygusu, "Nasıl olur?" sorusu kendimi sorduklarım arasındaydı. Sinema salonu alt kattaydı ve üst kata gişenin olduğu yere çıktığımızda gişeye filmin daha kaç hafta oynayacağını sordum. Dram filmlerinin üç haftadan fazla perde de kalmadığından bahsetti. 18 yaş üstü genç ve yetişkin saydığımız seyircilerin ağırlıklı olarak macera ve aşk filmlerine, orta yaş grubundaki insanların ise; aksiyon, bilimkurgu veya aşk filmlerine girdiklerinden bahsetti. Salondan "Teşekkür" edip, ayrıldık.

"Mutluluk" sözlükteki bize öğretilen bir kelime değildi, sadece. Başka açılardan da bakarsak ütopik bir kavramdı aynı zamanda insan için. Şöyle ki; insan ömrünün totalini ele aldığınızda idealize etmeye çalıştığımız bireysel tutkular ve hırslarla dolu yaşamımız dışında size pamuk ipliğiyle bağlı birçok yaşam da eklenerek sunuluyor. Cennetvari bir dünya da cehennemi yaşadığımızdan bahsetmiyorum bile. Şu soru akıllara gelebilir bazı kimseler için, "Ben ölsem üç sonra hayat normale döner. Bir şekilde hayat kaldığı yerden devam eder..." Muhakkak dere akmaya devam edecektir ve su nihayetinde yine deltasından denize dökülecektir. Hayatın olağan koşullardan bahsetmiyorum. Burada mutluluğu, ulaşılamayan -yarım kalan travmatik bir yönüyle ele alıp değerlendirmek için bu yazıyı deklare ediyorum. 

"Mutluluk" filminin tesiri altında kaldıktan sonra merakla kitabını da alarak okudum. Kült filmlerde dâhi bilirsiniz ki eserin birebir ayrıntısına, dokusuna, anlatması gereken bazı küçük nüanslara yer, mekan, kavram ve düşünce olarak uyulması ve tutarlılık açısından örtüşmesi gerekirken ıskalanan noktalar muhakkak olur. Ancak bu filmde eserin üzerine koyduğu fazladan şeyler bile var. Zülfü Livaneli, "Mutluluk" eserinde sanki orada ip sadece Meryem'in boynuna değil de bütün bu kadere terk edilmişlere ilmeğin atılmışçasına salt gerçekliği okuyucuya aktarmış. Filmde o iple yüzleşmek zorunda kalan -mağdur edilen kişilerin kaderi üzerine insan düşünmeden edemiyor. 

Özgü Namal'ın doğudaki kadın ve kızları temsil eden "Meryem", Talat Bulut'un bir akademik kişiliğe sahip aydın kesimi tarifleyen "İrfan", ataerkil toplumun kalıntısı ile iyicil duygularıyla karşılaşmak zorunda bırakılan Murat Han "Cemal" karakteriyle filmde yer almaktadırlar. Diğer oyuncalar ise sırasıyla; İrfan'ın karısı Leyla Mansur, Meryem'e kötülük eden Mustafa Avkıran "Ali Rıza", Emin Gürsoy "Tahsin", Alpay Kemal Atalan "Sezgin", Leyla Başak, Şebnem Köstem ve Meral Çetinkaya.

Doğudaki kadının makus talihine vurgu yaparak Meryem'in bir su kenarında saflığını yitirmiş ve kirletilmiş haliyle başlar, film. Cemal askerden gelir ve Meryem'in sorgusuz sualsiz infazı ona verilir. Zira töre böyledir. Meryem'i alıp trenle İstanbul'a gelirken bütün bu kötülüklerin kökünü tam bilmeden O'nu (Meryem'i) sevmeye başlar. Bir akrabalarının yanından hasımlarının peşlerine düştüğü haberi gelmesi üzerine yola düşerler. O sırada rastlaşarak Ege kıyılarında inziva halinde olan İrfan'la denizdeki yatına misafir olurlar. Olaylar bu süreçte ilerlerken İrfan'da Meryem'e kayıtsız kalamaz ve ondan etkilenir. En nihayetinde Meryem'e tecavüz edenin öz amcası Ali Rıza -yani Cemal'in babası olduğu açığa çıkar. 

Filmde "Cemal" rolünde Murat Han, "Meryem" rolünde Özgü Namal

Film, 2007 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ulusal uzun metraj film yarışmasında aday gösterilir. Özgü Namal ise; filmdeki başarılı performansıyla "Altın Portakal" ödülünü alır. Ülkenin yakın geçmiş gerçekliğine dair bir kesitten bu filminde yönetmeni Abdullah Oğuz bu filmiyle geçmişe bir not düşerek -gelecek günlere bir iz düşümü sağlamıştır.  

Özünde film bize şunu anlatmaktadır: Töre; yazılı olmayan ancak hukuksal anlamlar taşıyan ve bilhassa Doğu toplumları ile dünyanın bir kısmında hala kendi kurallarını işleten bir kavramdır. Töre; bilhassa halk ağzında hukuk veyahut mahkeme anlamlarında kullanılır. İstemeyerek de olsa misal vermemiz gerekirse; "Töreye kurban gitti..." sözünü haberlerde, gazete manşetlerinden bolca hatırlamak mümkün...

Bugünün penceresinden bu film bağlamında iki cinsten meydana gelen insanın yaşam kesitine baktığımızda ataerkil bir toplumda töreler hep varolagelmiştir. Coğrafyanın kader sayıldığı toplumlarda bu böyle olmaya devam edecektir. Asıl acı olan şey ise; bir zamanlar ülkemizde 1948 senesine kadar İsmet İnönü Paşa'nın arkasında durduğu "Köy Enstitüleri"nin yine onan eliyle kapatılması gerçeğidir. Tekrar feodal yapı eski gücünü eline alarak bir yanıyla bugünkü koşulların oluşagelmesine zemin hazırlamıştır.

Hala "Köy Enstitüleri" kapatılmasaydı, geçen 70 küsur senede bize ne kıymetli şeyler verirdi, diye düşünmeden edemiyorum. Köyde kendi kaderine terk edilmiş bilhassa kız çocukları okumuş olsaydı, okutulsaydı, o okullar kapatılmasaydı, bugün yaşadıklarımız cereyan eder miydi? O pilot okullar ülke geneline yayılsaydı, oradan yetişecek kuşaklar topluma nasıl yön verirdi? Bu ve bunun gibi sorular hep askıda kalacak...

Evelyn Reed'in "Kadının Evrimi" adlı eserinde bu uzun mesele için kısaca şöyle der:
— Dünyada yalnızca son altı bin yıldır ataerkil düzen görülmektedir. Daha önce tam bir milyon yıl, toplulukları kadınlar yönetmiş, hayvandan insana geçişte en önemli rolü kadınlar üstlenmişlerdir. Dünyamızdaki ilk çiftçiler, ilk doktor ve bilim insanları kadındır. Toplumsal güdülerin gelişmesine cinsel ilişkiler değil, anasal işlevler yol açmıştır. Dişi cins, erkekleri hayvanlıktan çıkarıp insanlığa yükseltmiş, ırkımızı uygarlığın eşiğine getirmiştir. Erkekler sürekli olarak avlanmakta ve savaşmaktaydılar. Bu nedenle insanlığı hayvansı yaşantısından kurtarıp insan özellikleriyle donatma işi, kadınlara kalmıştı. Kadınlar bir arada çalışmaktaydılar. Bunun sonucu olarak, anaerkil toplum, insanların birbirlerine karşı kardeşçil duygular beslediği bir başka toplumsal dizgeyi yarattı. Aslına bakılırsa, kadınlar, erkeklere birbirleriyle ve diğer türdeşleriyle geçinmeyi öğretti. (Payel Yayınları, 3. Basım)

Ademoğlu ana rahminde erkek veyahut kadın olarak cins ayrımına uğramadan evvel önce insandır. Gebelik yükümlülüğünün kadına yüklenmiş olması erkeği bu yükten hiçbir açıdan kurtar(a)maz. Tabiatta çift eşeyli bitkiler ve hayvanlar vardır. Bunlar başka bir cinse ihtiyaç duymadan kendiliğinden üreyerek çoğalırlar. Ancak insan öyle olmadığı gibi zeka ve ahlak taşıması, usu ve iradesiyle hayvandan ayrılması, vicdan ve öte dünyaya dair kaygıları ile sorumluluk altındadır.

Mutluluk bunca şey söyledikten sonra bana göre önce insanın kendindeki beni bulması halidir. Ve ataerkil toplumun uzantıları, feodal düzen baskısı, aristokrat sınıfın laf geveleyip aslında çoğu şeyi arkaya itmesi, bizim gibi toplumlarda çok uzun süren değişim umutlarının köreltilmesi vs. -toplamında realite içinde bakarsak tek ömürde değişmeyen demokrasi demek. 

Ailelerin çocuklarının yaşama hakkına saygı duyduğu, bazı tabu ve törelerin değil de insanın yaşama hakkının kutsal sayılması gerektiğini anladığımızda mutluluktan pek uzak olmayacağız.

Yoksa; böylesi kitapları epeyce okur, filmlerin üzerine ise; daha çok düşünürüz.